Sıkı Can
Bazen belediye keşke kilim de serse diye düşündüğümüz olur böyle zamanlarda. Sonra "Aman çimleri yasaklamasınlar yeter!" der, geçeriz. Ömrümde anlayamadığımız bir yasaktır; çimlere basma yasağı bu arada. Anlayanınız var mı? Güzel bir gün. Güneş bankların üstüne yayılmış. Bütün bankların. Özellikle ilk yaz günlerinde bu koca şefkatin kucağında masum çocuklar gibiyizdir. Kışla baharın, baharla yazın bir güne sığışmaya çalıştığı şu günlerde, en azından akşama kadar sıcaktır İstanbul...
Çok sık yüz değiştiren, ifade çizen, mimik gösteren, imalı bakan, hüzün yüzen, neşe yayan, memnun veya asık suratlı, birbirlerinden yorulmuşlar ile, henüz birbirlerini merak edenlerin aktığı, erkek, kadın, insan yüzlerinden bir albüm seyri gibi yine, bu şehirde yürümek. Özelikle bazı caddeleri, bütün insanlığı aynı zamanda gördüğümüz hissini yaşatır. Daha sakin bir mahşer huyunda. Yürüyüş yaparken sayfalarını adımlarımızla çevirdiğimizde, adımlarımızın portrelerin değişimine ayak uyduramayacak kadar ağır geldiği bir dünya albümü... Sakinleştiğimizde unutamadıklarımız için muhtemel hayat öykülerini düşünüp yazdığımız ve daima bir çocuk merakıyla karıştırdığımız bir albüm...
Bu albümün neresindeyiz?
Sahi bizim yüzümüzün temsilinde varlığımız nasıl bir anlamı resmediyor?
Bir süre sonra her birimiz hatıra bölümüne alınacağız. Resimlerimiz kalacak, biz gideceğiz. Helva güzel oluyor ama. İnsanın canı kendi ölüm helvasını dahi çekiyor, oruçken... Allah ağız tadıyla yemeyi nasip etsin, ardımızda kalanlarımıza. Belki kokusu gelecek. Fakat çekecek bir cana sahip olmayacağız nasılsa.
Şimdi bütün derdimiz helva mı yani? Değil...Fakat neden canımız, henüz hayattayken helva tadını yakalayamıyor? Neden huzursuzuz? Neyimiz var?
Bir insanın "Canım sıkılıyor." demesinde; "Şu an ne kadar anlamsızım, neden var olduğumu bir anlayabilsem, varlığımın ne anlamı var ki?" Cümlesi veya buna benzer alt metinler bulabiliriz.
Angarya can sıkıntılarını halledememiş bir toplumuz. Beş çocuklu bir kadıncağız var mesela kötü bir bodrum katında. Altmışını geçmiş bir teyze merdiven siliyor. Farklı mazlum coğrafyalar kendi memleketinde bıraktığı onurunu toplamaya çalışıyor caddelerde, ara sokaklarda. Onlar bize, biz onlara uyum sağlamaya çalışıyoruz. Çoğu zaman kendi yoksulumuzu unuttuğumuz oluyor. Yoksulluk eskimiyor hiç. Yenileniyor. Kimilerinin zenginlikleri artarken, yoksulluk ta durmuyor yerinde...Henüz geçişli ve aşılabilecek farklar değil, aşılması zor uçurumlar var hayatlar arasında. Biri evladına bir yılda bir ev parası kadar masraf yaparken, diğeri onca nüfusuyla ömrü billah bir ev almaya adanıyor. Alt gelir evsiz. Bir üstü dünyaya ev aldıktan hemen sonra ölmek için gelmiş gibi. Bir parça lütfedip farklı hayatlara tanıklık eden herkesin üstüne yılgınlık gelir bu uçurumlardan. İşte bir başka sıkıntıya geçti canımız.
Can sıkıntısı için, aptal ağrı kesicilerin dozunu artırmaktan çok, sahici sıkıntılar ve sahici çözümler için bir katkı sağlamayı deneyebiliriz. Her şeyi popüler yaşamayı, kısa vadelemeyi bırakmayalım mı? Günü kurtardım sanıyorken, asrı, yüzyılı batırıyor muyuz sizce de? Faydacılığı; diğere, sonraya, geleceğe zarar olsa da salt şahsi, maddi ve günlük fayda olarak mı anlıyoruz ne?
Canlarıyla yüzleşmekten, kendi canını sobelemekten korkan insanların toplumu olduk. Yakalanmamak için nefsini alıp bencilliğe kaçmış, kendinden sürgün yüzler mi, bu kalabalık caddenin albümünden sıra sıra akan...
Canımız sıkılıyor. Şimdi bu can sıkıntısına, an sıkıntısı diyebiliriz. Bu düşüncelerle an'ın kıymetini bilmeye yarayabilir, telaşsız oruç günleri. Kıymetli anlar nasıl yakalanır? Nasıl daha nitelikli yaşanır gün ve çağ? Hiç doğru dürüst okunmamış bir kitabın sayfalarında yazar mı bunun çaresi?!
Kim bilir...