Şiirin mertebesi
Her söz muhatabını bulabilse ve her yargı ilgilisine dosdoğru söylense ölümden sonraya hesaplaşacak fazla bir şey kalmazdı herhâlde. Ancak insanoğlu, bir şeyi yüze karşı dosdoğru, olduğu gibi, kalanına gidenine bakmadan söylemekten yana çıkmaz pek. Bunun için fert ve toplumu bağlayan dolaylamalar üretmiştir. Siyaset yalnızca devletleri değil, büyük ölçüde fertleri de bağlayan bir ilim ve irfan unsuru olarak günümüze intikal etmiştir. Her dolaylama, zerreden kürreye, mikrodan makroya, kişiden topluma herkes için bir bağlayıcılık taşır; yani hepimiz az ya da çok böyle durumlarla muhatabızdır.
Adabı muaşeret, söylemeden söyleyebilmenin, sesli iletişim olmadan uzuvlarla ifade etmenin bir şeklidir. Sese ve söze aracılık yaparak çoğu kere ima ile ifade etmeye yarar. Bir büyüğünü, misafirini, hürmet ettiği şahsiyeti karşılamak isteyen kişinin ayağa kalkması, gelen kişiye gösterdiği saygının en kısa ifadesidir. Uzun cümleler bir harekete şifrelenmiş olur. Hürmet edilmesi gereken kişi karşısında ayağa kalkmamak ise, o kişiye gösterilen tavrın veya saygısızlığın bir ifadesidir. Yine uzun uzun yer tutan bir kaba ifade, tek ve anlık bir tavır giyinerek ima ile iletilmiş olur.
Politik ve diplomatik tutumlar da her ne kadar toplumlara, devletlere, milletlere has olsa da insanlar arasındaki iletişimde de en küçük modeliyle sık sık karşımıza çıkar. Gün içinde, ev içinde, sokakta, sanal dünyada, iş âleminde birçok insan az ya da çok bu tutumlara başvurur, doğrudan ifade edilmesi sakıncalı olan yahut doğru bulunmayan ne varsa ifadeye aracı olabilecek söz veya davranışlarla maksadını muhatabına ulaştırır.
Peki maksat hâsıl olur mu? Elbette bu kolay iş değildir. Israrla beyazı göstererek siyahı anlatmaya çalışmak özel bir gayret, emek hatta yetenek ister. Bu da sanatın en kıdemli gerekçelerinden biri olarak karşımıza çıkar. Zira sanatın temelinde maksadın doğrudan ifade edilmemesi gayreti vardır. Hakikatten söz etmeden onu hissettirmek, güzel demeden güzelliğin vurgusuna büründürmek bir sanatkâr maharetidir. Kıymetli olana bunu dümdüz söylemek yerine onu güzellikle ve incelikle donatmak yeğdir.
Sanatın içinde, maksadın bir kırıntı veya zerre olarak fark edilişi yahut hissedilişindeki haz, her yerini maksadıyla boyamış bir “gayret”ten evladır. Hatta sezgiyi yalnızca dürterek maksattan haber veren bir eser, şaheser sayılabilir. Kalbi donduran, nefesi durduran, nutku tutan, dimağı silkeleyen, havsalaya sığmayan maharetin “resmi”dir şaheser. Gücünü, sezdirmekten, dolaylamadan, imadan alır. Sanat alıcısının algısındaki serüvenin yoğunluğu, bu serüvenin doğurduğu hayret ve hayranlık miktarınca ölçülür değeri.
Edebiyat sözün sanatıdır. Ve bu sanatın en yüksek mertebesinde şiir vardır. Zira şiir, yukarıda zikrettiğimiz bütün harikulade dolaylamaların imar edilebildiği zemindir. Şiiri şiir eyleyen de bu çabanın en yeni, en eşsiz, en görkemli örneği olabilmesindedir.
O yüzden hiçbir şair kendinden öncekileri görmezden gelemez, görmeden geçemez. Ve hiçbir şair içinde olduğu zamandan ve mekândan bigâne olamaz. Üstelik onun kulakları sıradanlara göre daha hassas, gözleri daha keskin, dili daha çeviktir. Sözün binlerce kez söylenmiş olmasıyla değil, yeni ve en etkileyici söyleme biçimleriyle ilgilenir. Hepimizin kelimeleri onda toplanmalı, o hepimizin kelimelerini her birimize duyurmalıdır.
Şiir günün nüvesini keşfeder, bir ihtimal inşa eder. O ihtimal bir hayal, bir rüya ya da bir tasavvur olabilir. Ancak bütün ihtimallerin bir hakikate dayanması şartı vardır. Zira hiçbir hayal, rüya veya tasavvur yoktan var edilemez, mesnetsiz ortaya çıkamaz, delilsiz öne sürülemez. Şaire şahsiyet katan güç de buradadır. Hangi dünyaya ait olursa olsun hakikate bigâne kalmamalı, ulaşamadıysa daima peşinde olmalıdır.
Mehmed Âkif’e, “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” dedirten düsturun ardında bir hakikat çilekeşliği mevcuttu. Öylesine kelimeleri bütünleyen macununda, büyün bir hayatın titizlikle yontuluşu vardı. Üstelik bunun gibi daha nice mısraında izini sürebileceğiniz eserler/şaheserler ortaya koydu.
Medeniyetini şiirle izah etmiş bir medeniyetin mirasçısıyız. Bugünlerde şiire oralı olmayışımızın ardında ne aranmalı?
Hayata tutunan mısraların azalışından mı bu kuraklık? Yoksa şiire alakanın yok oluşundan mı?
İkisinden hangisi olursa olsun, mirasçının vazifesi mirasını hatırlamak, onu sahiplenmektir. Bu durumda ise kadim şiirle bağını tekrar kurmaktır.
Unutulmamalı ki;
Mısralarına şerh üstüne şerh yazdırabilen şairlerde aranmalı sanatın nüvesi.
Ancak ve ancak öylesinde bulunur maksadın hakikatlisi.