Şiirdeki insan kokusu
“İnsanların kanatları yok, insanların kanatları yüreklerinde...”
Şiir, hayatı, insanı, doğayı sahici bir
şekilde ifade ettiği zaman duygu, düşünce ve düş dünyamızda derin değişimlere,
dokunuşlara ve dalgalanmalara neden olmaktadır. 60 Yıl önce aramızdan ayrılan
Nazım Hikmet (17 Ocak 1902-3 Haziran 1963), insanlık edebiyatında insanların
duygularına, düşüncelerine ve bizatihi varlıklarının derinliklerine dokunmaya
devam eden ölümsüz bir insanlık şairidir. Nazım’ın şiirinde, insanın, doğanın
ve hayatın kokusu ve kendisi vardır. Afşar Timuçin, Nazım’ın şiirinin her tarafında
insanın olduğunu çarpıcı bir şekilde tespit etmektedir: “O hem bir sanatçı, hem
gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü,
insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan
öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (…) Salt
duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya
yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen
şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir: Gerçek bilgi toplumun ve
tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir,
buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır.
İnsan ancak başkalarıyla insandır.” Nazım,
insanın ve doğanın kokusunu birleştirerek kendisini, daha doğrusu insanı
şu çarpıcı ifadelerle anlatmaktadır: “Ne
mutlu bana, ne mutlu, / ışıklı rüyalarla dolu bir bahar uykusu gibiyim, / akarsu
gibi umutlu / ve buğday tanesi gibi cesurum”
Nazım Hikmet için şiir, insanı
anlatan özgür bir faaliyettir. İnsanı sınırlayan hiçbir formun olmaması
gerektiği gibi, şiiri sınırlayan hiçbir şekilcilik olmamalıdır. Nazım’a göre
sanatın en büyük düşmanı, her türlü yobazlık, yani sekterliktir. İnsana dair
her şeyden özgürce söz etmek isteyen Nazım,
şiirindeki insan ve özgürlük özünü şöyle ifade etmektedir:
"Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de kafiyesiz, vezinsiz şiir
yazılmaz diyenler de dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır, böyle de. Ben şimdi
bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum,
kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz,
vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da barıştan da inkılaptan da hayattan da
ölümden de sevinçten de kederden de umuttan da umutsuzluktan da söz ediyorum.
İnsana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum
bende bütün duygularının ifadesini bulabilsin."
“Soframızdaki yeri öküzümüzden
sonra gelen” diyerek tasvir ettiği kadını, erkeğin kölesi ve hizmetçisi olarak
mahkûm eden ataerkil, cinsiyetçi, sömürücü ve fanatik kültüre karşı kadının
eşitliğini, onurunu, haklarını ve özgürlüğünü Nazım savunmuştur. Kadını erkeğe hizmetçi ve köle gören ataerkil
bakışaçısını tersine çeviren Nazım, erkeğin, kadına incelikle, özenle, eşitçe,
duyarlılıkla, hakça ve duyguyla nasıl davranması gerektiğini şöyle
anlatmaktadır: ‘’…Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin. Yorulmuşsundur, nasıl
etsem de yıkasam ayacıklarını, ne gül suyum, ne de gümüş leğenim var.
Susamışındır, buzlu şerbatim yok ki, ikram edeyim. Acıkmışsındır, sana beyaz
keten örtülü sofralar kuramam memleket gibi esir ve yoksuldur odam…’Nazım’ın
şiirlerinin her tarafında doğa, insan ve kadın kokusu içiçedir.“ Nazım Hikmet, özgürlüğün
ve yaşama sevincinin kaynağını kadın olarak görmektedir: “İkisi de özgürlüge…
Gelsene dedi bana/Kalsana dedi bana/Gülsene dedi bana/Ölsene dedi
bana/Geldim/Kaldım/Güldüm/Öldüm”
Nazım, insanın en asli işinin
sahici anlamda yaşamak olduğuna inanmaktadır: “Yani, öylesine ciddiye
alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle
çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın
için, yaşamak yanı ağır bastığından.” Jean Paul Sartre, Nazım Hikmet'in hiç yorulmadığı yaşama mücadelesini ve
direncini şöyle anlatmaktadır:"Vefalı dost, yiğit savaşçı, insan
düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde insana hizmet etmek ama hiçbir şeye
kayıtsız kalmak istemiyordu. Bilirdi ki insan yaratılmış bir mahlûktur ve asla
dünyaya hazır gelmiyor. İnsanın durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini
yaratması gerekmektedir. Sözün kısası, Nazım Hikmet'in dediği gibi asla
uyumamak lazımdır. O asla uyumadı. Önemli olan odur ki, ölüm onun ilk ve son
uykusu oldu."Altmışıncı ölüm yıldönümünde insanlık şairini saygıyla
anıyorum.