Şiir Dua ile Başlar
Bir dostum vaktiyle bir şiir göndermişti. Israrla bu şiiri okumamı, incelememi ve hatta bu şiir için seslendirme yapmamı da istemişti. Şiir imzasızdı. Yani onun mu başkasının mı, belli değildi. İçimden geldiği gibi şiiri değerlendirdim. Sadece içimdeki ben duygusu değil modern şiir değerlendirmelerine de sadık kaldım.
“Bu şiir, şiire yeni başlayan liseli bir öğrenci için iyi bir başlangıç. Yeni başlayan bir öğretmen için yetersiz. Şiirde farklı kelimelerle özgürlük teması oluşturulabilirdi. “Kuş, özgürlük, özgürlük, kuş…” bu kelimeler ardışık gelmez. Matematik problemi mi çözüyoruz. Olmaz, olmaz. Bir de “barışı, özgürlüğü” şiirin içinde açık açık beyan etmek de neyin nesi?
Okuyucu beynini yormayacak mı? "Sen benimle dalga mı geçiyorsun, ben anlamıyor muyum?" demeyecek mi? "Burada demiyorum okuyucu ol. Kendin ol ama şair ol. Kendin olamıyorsan eski işine dön, şemsiye yapmaya devam et.” Demiştim.
Bu son cümledeki “şemsiye yapmaya devam et” ifadesi, İngiliz edebiyatçı William Shakespeare (Şekspır)’den bize hatıra kaldı. Onun şemsiye ustasıyla ilgili çok güzel bir hatırası var. Şiirle ilgili ilgisiz avare yazılar getirenlere bazen yaşlarına hürmeten “bu şiir değil” diyemiyoruz. Hatıra şöyle “Bir Şemsiye ustası Shakespeare’in yanına gider ve ona yeni yazdığı bir şiirini göstermiştir. Shakespeare bir şiire bakar, bir şemsiye ustasına bakar. Biraz durduktan sonra ona “Dostum sen sadece şemsiye yap, şemsiye yapmaya devam et. Senin yapman gereken işin bu olsun” demişti.
Bu hatıra etrafında entelektüel çaba bazen çaresiz kalıyor. Kelime oyunlarıyla çok şey yazabilirdim, çok şey söyleyebilirdim. Dilimiz dönüyor, kulağımız duyuyor ne de olsa. Ama bütün bunların yanında çağının şahidisin. Münevver (aydın) bir şahsiyet, bazen kendini bütün olumsuzlukların (edebiyat âleminde) mes’ulü de sayabiliyor? Bu sorumluluk, dıştan dayatılmıyor, içten gelen bir sesle birleşiyor.
Emek vermeden, yorulmadan, anlam kargaşası içerisinde mücevher devşirmek isteyenlere sadece Shakespeare’den değil şöhreti klasik zamanlardan günümüze ulaşan Büyük şair Fuzuli’den de bir iki hatıra yumağı sunmak isterim. Şair Fuzuli, Leyla ile Mecnun kitabına başlarken onlarca sayfa tutan bir duası var. Âlimlerden, evliyadan, temiz nefesli insanlardan dua talep ediyor. Gülden, bülbülden, tabiatın birçok unsurundan ilham anlamında yardım istiyor. Su içtiği çeşmeye, yürüdüğü yola, bindiği ata, gül ağacına, kokladığı güle iltifatta bulunuyordu. Sonra kaleme yalvarıyor, talihine. Yazacağım bu Leyla ile Mecnun kitabı dolayısıyla beni edebiyat dünyasına mahcup etme, diyor. Sadece bu mu? Arkadaşlarına, dostlarına… Bağdat fatihi Sultan Süleyman'a, Beylerbeyi Üveys Paşaya…
Kendisini bu mecraya (Leyla ile Mecnun Kitabı için) süren dostlarına önce sitem ediyor. Derki “Nizami gibi bir usta varken çırağa iş vermek çok abestir. O Nizami, ben ise Fuzuli… O, âleme nizam verir. Fakir ise fuzuli işlerle uğraşır.” Der. Şu mütevazılığa bakın. Hâlbuki o, Leyla ile Mecnun kitabından önce divanını (şiir kitabı) bitirmişti.
Leyla’dan bahsetmişken yola devam edelim. Peki, meşhur aşk kitabı için onu teşvik edenler kimler. Şair Taşlıcalı Yahya ile Hayali Bey’den başkası değil. Bu iki şair, tâ payitahttan - İstanbul'dan- Sultan Süleyman'a yoldaş olmuşlar, Bağdat Fatihine şiirler, güzel latifeler etmişler ki orada Fuzûlî gibi bir üstadla görüşebilsinler. Nitekim görüşmüşler, sohbet etmişler. İşte bu Leylâ ile Mecnun kitabının fikri de bu sohbette ortaya atılmıştı. Taşlıcalı Yahya söylemiş söyleyeceğini. Arkadaşı Hayali Bey de onu tasdik ve destekleyici sözler söylemiş. Şair Fuzûlî, artık Ne derse desin kaçamaz bir yere.
Fuzuli ile sohbet eden şairler de zamanın büyük üstadlarıydı. Hayali Bey’in meşhur
“Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler.
(Dünyayı süsleyen¸ dünyanın içindedir¸ ama onu aramasını bilmezler. Tıpkı denizin içinde yaşayıp da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibi) Beytiyle başlayan bir şiiri vardır.
Taşlıcalı Yahya’nın da
“Medet medet bu cihânun yıkıldı bir yanı
Ecel celâlileri aldı Mustafa hanı.”
Beytiyle başlayan meşhur Şehzade Mustafa Mersiyesini yazmıştır. Şehzade Mustafa, Kanunî Sultan Süleyman’ın en büyük oğluydu. Entrikalar sonucu oğlunun katline cevaz vermişti. O, bu şiiri sadece okuduğunda değil, ağladığında da okuyordu.
İşte Fuzuli, böyle söz ustalarının teklifini geri çevirememişti. Eskiden şairler, hünerini ortaya çıkarmak ve hüner pazarında sergilemek üzere İstanbul'a giderdi. Şimdi onlar, İstanbul’da hüner pazarının esnafı sıfatıyla Bağdat’a gitmişlerdi. Söz sultanını görebilmek için, onunla bir nebze olsun sohbet edebilmek için. Gerçi Fuzuli de içim içim İstanbul diyordu ama ona gel demese gitmezdi. Hem onun şiirinin kaynağı Kerbelâ toprağıydı. Hz. Hüseyin’in türbedarıydı. Buraları bırakıp nereye gidecekti.
Şimdi şiir yazanlar biraz düşünsün, edebiyat yapanlar. Şiir, dua ile başlar. Şiir, duadır. Sözüm muhataplara...