Suriye’deki iç savaşın başladığı 2011 yılından itibaren yaşanan göç krizi, Türkiye başta olmak üzere tüm yakın coğrafyayı etkisi altına aldı. Sığınmacıların geçici koruma statüsü altında yaşadıkları koşullar, yıllardır tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de fazlasıyla konuşuldu. Milyonlarca insanın bilmediği ve tanımadığı bir toplumun içinde yaşamaya başlaması, farklı bir kültüre ait olması ve yaşadıkları büyük travmaların hayatlarına etkileri noktasında söyleyecek çok şey var. Bunun yanında adaptasyon programı ve yerleşimsel planlamalardaki yönetimsel hataları alt alta sıralamaya başlarsak sanırım konu epeyce uzar gider. Burada dikkat çekmek istediğim asıl nokta, konunun son yıllarda bambaşka bir tarafa evirilmesi ve bir strateji dahilinde yapılan çalışmaların bugün meyvelerini vermesi...
İlk olarak kavramları yerine oturtmak lazım. Suriyeliler, ülkemizde göçmen ya da mülteci değiller. Mültecilik statüsü; Avrupa Konseyi’ne üye ülke vatandaşlarına verilen, “göçmen” statüsü ise sadece Türk soyundan gelen insanlara uygulanan bir pozisyon. Suriyeliler için “geçici koruma statüsü” adı verilen, AB tarafından 2001 yılında çıkarılan kanun esaslı bir kavram kullanılıyor. Geçici koruma statüsü basitçe; olağanüstü bir durum olduğunda göç eden insanları mevcut durum sona erene kadar misafir etme ve koruma süreci olarak tanımlandırılıyor. 2011 yılından beri hata ve eksikleri ile bu süreç bir şekilde işlerken, son birkaç yılda bu konunun farklı çıkarımlara sebep olmasının önündeki etkenlerden bahsetmek istiyorum.
Öncelikli sebep, tarihten çok aşina olduğumuz bir şey. Ekonomik anlamda bir sorun yaşandığında insanlar bir suçlu arar ve o suçlu, toplumun içinde farklı olan ve “en son gelen”dir. Pandemi sonrası oluşan ekonomik iklimin insanları bu yönde düşünmeye ittiği, bazı siyasi ve sosyal odakların da buna çanak tuttuğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Bu iklimi arkasına alan Türk Milliyetçisi görünümlü Japon kirazlarının cephe genişletme faaliyetleri, Marine Le Pen’i gururlandıracak şekilde toplumun bir kesiminde karşılık buldu. Sistematik Suriyeli karşıtlığı yerinde durmadı, kendini geliştirdi ve Türkiye, son dönemlerinde Arap ırkçılığında yerli Mussolini önderliğinde sınıf atladı. Burada uzun uzun ırkçılığın toplumlar için ne kadar büyük bir bela olduğundan bahsetmeyeceğim. Özellikle belli bir ırk odaklanarak yapılan bu yoğun provokasyon ve dezenformasyon faaliyetlerinin tamamen dış odaklı, planlı ve bir amaca yönelik olduğunu düşünüyorum.
Hedefe konan etnik yapının en fazla öne çıkan kimliği Müslüman olması. Yüzyıllardır din ve devlet anlayışını aynı potada eriten ve bunu kültür haline getirmiş bir topluma, ırkçılığın kulağa hoş gelen şeytani fısıldamalarını en makul bu şekilde ifade edebilirsiniz. O yüzden insanlara “İslam kötüdür” diyemeyeceğiniz için “Araplar kötüdür” demelisiniz ve insanlar bu kimlik üzerinden çıkarımlarda bulunmalılar. Hiç Türkiye’de konut sahibi olan, yatırım yapan ya da turist olarak gelen herhangi bir Hristiyan ya da Yahudi’nin “kötü” ırka mensup olduğunu duydunuz mu? Duyamazsınız. Çünkü bu alçak propagandayı yürütenler; toplumun sadece ırkçılık mikrobuyla ayrışmasını hedeflemiyor, kültürün temel dayanağı olan “inanç” kavramına da kalıcı bir hasar bırakmak istiyor.
“Bilinen ilk ırkçı şeytandır. Günümüzdekiler ise şeytanın taklitçi ve sadık çocuklarıdır.”