''Şeytan uyuya kaldı bir gün…''
Toplumsal ilişkilerimiz, kurallarımız ve önceliklerimiz değişiyor. Değişime etki eden faktörlerin karakteri değişimde etkili oluyor. İstikamet doğru mu sorusuna verilen cevaplar olumsuzluğun ötesinde şikâyete dönüşmüş durumdadır. Geleneğin, değerlerimizin ve kültürel değişimin kendi yol ve kalıpları dışına çıkarılması derinden sarsıyor, toplumsal ve bireysel ilişkilerin yönü gittikçe fayda ve çıkara eviriliyor.
Nereye sürükleniyoruz?
Toplumda değerlerimiz, inancımız belirleyiciliğini ve etkisini kaybederken kötülük, fayda ve çıkar baskısını artırıyor. Dolayısıyla gelenek, görenek ve değerlerin hatta inancın kıymeti harbiyesinin gittikçe azalması toplumu derinden sarstığı gibi sığınağımız olmaktan çıkıyor. Yazık, içerden ve içimizden tükenip kırılmayı çaresizce izliyoruz. Gün olmuyor ki şiddet ve cinayet haberleriyle sarsılmayalım! Kim olduğumuzdan emin olmadığımız zamanlara doğru sürükleniyoruz!
Sormak lazım… Sabır, utanma duygusu ve kanaat gibi değerler eskisi gibi önemseniyor mu?
Herkesin ve her kesimin cevabı maalesef oluyor. Mutlaka ruhumuzu, ahlakımızı ve aklımızı iyileştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Aslında çözüm bellidir. Allah ve Resulünün yazdığı reçeteyi uygulayalım yeter. Burada da sorun, bu reçeteyi gerçek haliyle tanıyıp uygulayabilme sorunudur.
Çünkü yapılan şeylerin, amellerin, işlerin tadına varılmıyor. Balı tatmaktan ziyade kavanozun dışından yalama görüntüsü veriyoruz. Gerçeklerden ve değerlerimizden hızlıca uzaklaşma var. Gerçekleri söyleyenlerden de tabi… Hz. Ali buyuruyor ki, “Öğüt almanızı önleyen şey, kendinizi büyük görmenizdir.” Sanırım sorunlardan bir de büyüklenme ve burun kıvırmadır.
Gerçeği söyleyenler yalnız kalıyor…
Kötülüklerin egemen olduğu bu çağda, direnmenin bu anlamda yalnız kalmanın namuslu kalmakla eşdeğer olduğunu görüyorum. Eğer gerçeği savunup yaşayanlar bu olumsuz rüzgâra kapılmış olsalardı yeryüzünü büsbütün fesat kaplardı. Allah’ın doldurduğu kalbi hiç kimse teslim alamıyor. Büyük ve temiz yaşamak istemeyen kalbe hidayet nasip olmuyor.
Bugün “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadım mı büyük yaşayacaksın; ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğin şey hayata sunulmuş bir armağandır” ve şöyle devam ediyor Ataol Behramoğlu, “Ve kederi yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle; çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı. Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına, dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz kanı.”
Hayat nedir ki…
Kimine göre hayat hiç bir eksiği gediği olmayan, haksızda olsa her şeyi elde etmiş konforlu bir yaşamdır. Kimine göre de, kimse bana dokunmasın, başım ağrımasın yeter. Yani suya sabuna dokunmayan bir yaşam, “bir lokma bir hırka” ya razı olmak, mistizm hali. Bize göre tüm çabamız kısa süreliğine kaldığımız bu yerde rüzgârına kapılmadan imtihandan sağlam çıkmaktır. Esas olan da budur. Ne kendimizi hepten bırakarak ne de hepten gaza basarak ölçüsüz yaşamak istenen durum değildir. Tamahkârlıktan veya hepten boş vermişlik halinden uzak bir yaşam, orta yolu bulmak vasat ümmet olmanın gereğidir.
Dostoyevski ne diyor: “Şeytan uyuya kaldı bir gün. Rüzgâr sert esti. Üç tüy düştü şeytandan. Birisi paraya yapıştı, diğeri makama, öteki de ihtirasa. O günden sonra şeytan hiçbir şey yapmadı.” Bunlara tamahlardık asıl problem!
Bu makaleyi İmamı Gazali Hazretlerinin şu sözü ile bağlayalım:
“Say ki öldün. Yalvardın, yakardın, sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil, öyle yaşa.”