Seyirci kalmak
Ekran zehirliyor çünkü iradeyi bütünüyle donduruyor. Başlangıçtan beri hiçbir çağ, hiçbir medeniyet insan bedeni ile zihnini donukluğa bu derece hapsetmemişti. Hiçbir yönetim biçimi, hiçbir rejim, hiçbir idare ve kolektif şuur onun sinirlerini bu kertede bozguna uğratamamıştı. Üstelik zehirlenme dışarıdan, zorla da dayatılmıyor. Kendi iradesiyle, huşuya kapılarak zehirlenmeyi talep eden yeni ve alışılmadık bir var olma biçimiyle karşı karşıyayız.
Doğası bakımından insan eylemeye matuf bir canlı. Hangi şartlarda olursa olsun varlığını perçinlemenin yolu olarak ruhunu ve aklını harekete geçirmeyi, bundan haz almayı ve bununla var olmayı düşünen bir varlık. Tersi durumda, eyleme alanının daraltıldığı süreçlerde ise kendini son derece kötü hisseden, atıl addeden ve hayata küsen bir tarafı var. Yapacak işi olduğu halde yapmamış olmanın burukluğuyla, başkalarından önce kendini, kendi gözünde yargılayan bir özne. Sürülecek tarlası varsa ve tarlaya gitmiyorsa, gidemiyorsa kendini kötü hissetti hep. Yapılacak işleri ertelediğinde de… Söylemesi gerektiği halde söylemediği sözlerden dolayı uykusu kaçtı, vicdanı karardı. Yakın zamana kadar hep böyleydi ve artık değil. Yazık ki insanca yaşamaya yönelik eyleşiyin arayışında insanlığını kendi elleriyle rehin veren yeni bir insan modeli var artık.
Modernleşme bu kötülüğü yapmadı insana. Ondaki metafiziği aldı ama yerine vicdanı yerleştirdi. Değerler birbirini karşılamasa, kötü de olsa bir takas vardı orada. Çalışmak var olmanın en muhteşem biçimi addedildi. Fabrikaların bacalarından dumanlar yükseldi, makineler tıkır tıkır işledi, devasa binalar, haddi hesabı olmayan iş alanları açıldı ve insanlar karıncalar gibi harıl harıl çalıştı. Emeğinin karşılığını aldığında da emeği sömürüldüğünde de hep kendini iyi hissetti çünkü çalışmanın, hareket etmenin insanı temiz tutan, zihnini berraklaştıran, bedenini sağlıklı tutan bir yönü var.
Ne olduysa oldu, günün birinde bütün bunlar durdu. Akışkanlık bitti ve devasa bir tutukluk insan ile ruhu arasındaki geçişkenliği yok etti, dokuları kireçlendirdi. Hepimiz, karanlığın ortasında gözüne far tutulan tavşanlar gibiyiz. Yazıyı ekranlara kurban verdik, edebiyatı telgraf direklerine ve o gün bugündür insanlar mutsuz. Başlangıçta olağanüstü görünen televizyon bir müddet sonra gerçek yüzünü gösterdi ve eğlence olmaktan çıkarak insanı oyuncağa dönüştüren kirli bir aygıt halini aldı. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Onun öz be öz evladı olan internet hayatı kasıp kavurarak coğrafya tanımaksızın bütün insanların ruhlarından içeri girdi, o güne değin biriktirdikleri ne varsa hepsini aldı götürdü. Varılan noktada insan çırılçıplak hissediyor kendini. Kelimenin gerçek anlamıyla hem bireyin hem de toplumun örtüsü olan sayısız değer yargısı önce işlevsizleştirildi, ardından dondurularak ya çöpe atıldı veya değersizleştirildi, hayatımızdan çıkıp gitti.
Canlılar içinde giysi nasıl sadece insana mahsus ise tarih, kültür, medeniyet, ahlak gibi değerler de insana mahsustur ve varlıklarıyla onun hem ruhunu hem de zihnini güvence altına alırlar. Bunların olmadığı veya silindiği bir toplumsal yapı gerçekten de bütün elbiselerinden soyutlanmış, hatta derisi yüzülmüş, tamamen iç organları görünen bir iskeletten farksızdır. Her değer insana aynı zamanda kendini kıymetli hissettiren, onu kendi gözünden başlayarak ötekilerin gözünde de olduğundan daha harika gösteren bir var oluş boyutu ekler. Birey için sağlam bir hafıza neyi ifade ediyorsa toplum için de güçlü bir tarih şuuru aynı anlama gelir. Birey için inanç, ahlak, etik ve estetik neyi ifade ediyorsa toplum için de kolektif şuur onu ifade eder ve bunlar ne yazık ki artık yok. Göz bedeni tahakkümü altına aldı, görüntü zihni kıskıvrak yakalayarak hapsetti, anlık zaman dilimi, zamanın kendisini, şimdi geçmiş ve geleceği külçeleştirerek bulunduğu yere çiviledi.
Öyle görünüyor ki hoşnutsuzluklarımızın tamamı bireysel ve toplumsal çıplaklıktan kaynaklanıyor. Bulunduğumuz bütün ortamlarda büyüsü alınmış, derinliğini yitirmiş, sığ kımıltıların devinimine şahit oluyoruz. Kendi gözümüzde veya başkalarının gözünde… Derlenip toparlanmaya ihtiyacımız var. Kendimize gelip kendimizden attıklarımızı tekrar toplamaya, toparlanmaya ihtiyacımız var. Nasıl olur, nereden başlanır, hangi yöntemler uygulanır bilmiyoruz. Belki geç kaldık, belki artık bir daha hiç o elbiselere uzanamayacak, o rengarenk kıyafetleri giyemeyeceğiz. İçi ve içeriği boşaltılmış zamanı da derinliği havaya uçurulmuş mekanı da geride bıraktık ve artık istesek de onu geri getiremeyeceğiz. Ruhsuz, mutsuz, umutsuz, ne yapacağını bilemeyen, anı yaşayan, hayattan keyif alamayan tuhaf özneler olarak geldiğimiz gibi gideceğiz bu dünyadan ama yazık oluyor. Hayata yazık oluyor, dünyaya yazık oluyor, insana ve insanlığımıza yazık oluyor. Tekrar döndüğünde, geride bıraktığını bulamamak ne acı. Bulamadığını kendi kaybetmek ve kaybedişine seyirci kalmak ne acı. Hayatın merkezinde durur, ona biçim ve yön tayin ederken seyirci konumuna indirgenmek ve olup biten hiçbir şeye müdahil olamamak ne acı, nasıl bir ıstırap ve kahır yüklüyor insanın omuzlarına.
Televizyonun ilk çıktığı yıllarda, kızdığımız ekran şarlatanlarına bağırır çağırır, ekrana yaklaşır, adamın yüzüne şöyle bir şamar aşketme iradesi gösterir ama karşımızdakinin cam olduğunu görünce yenilgiyle geri çekilirdik. Her şey biterdi. Kendi köşemize büzüşür, hayatımıza kaldığımız yerden devam ederdik. Şimdi bütünüyle metal ve cam olan bu dünyaya yine kızıyoruz, yine öfkeleniyoruz ama artık gerisin geri döndüğümüzde ve köşemize çekildiğimizde hayata kaldığımız yerden devam etme şansımız yok. Çünkü o görüntü bizi görüyor, içimizden geçenleri okuyor, kendisiyle ilgili kanaatlerimiz daha dilimize ulaşmadan onun tarafından okuyor ve haddimizi bildirmek için harekete geçiyor. Bundan gayrı kendi köşende, tek kişilik düşünme hakkın bile yok.
Elimizle düzeltemedik, dilimizle anlatamadık, yüreğimizle dokunamadık, seyrettik, seyirci kaldık, onlar da bizi seyirci yaptılar. Seyretmek seyirci kalmak, seyirci kalmak seyirci olmak demekmiş ve o da olmamak anlamına geliyormuş, anladık…