Şeyh Bedrettin filminin galasından
Aşık Paşazade’nin kendisine dair pek az bilgi verdiği,
Lukas’ın da müridi Börklüce Mustafa’nın “peygamberliğini ilan ederek isyan
ettiğini” söylediği -ama nasıl oduysa oldu- ilk sosyalistlerden kabul edilen Şeyh
Bedrettin’in Hakikat adlı filminin galasındaydım. İçimde; sosyalizm halkçı koca bir dinin ezeli
ilkelerinden
biri düşüncesini gezdiriyorken zihnim. Sosyalizmin anılmaya başladığı henüz geçen yüzyıl değil miydi ya hu derken bir de… İlk sosyalistten sonra uzun bir
boşluk var cümlesini kurarken dış dünyaya, galadaki merhabalaşmalara dönmüştüm
bile.
Filmin sanat yönetmenliğini en güzel şekilde yapan, bunun
için Edirne’ye doğal bir köy kuran, emek insanı İsmail Doğan’ın ince davetiyle
ben de galadaydım. Yalnız bir daha herhangi bir filmi sanat yönetmeninin
yanında izlemeyeceğim. Dönemsel filmlerin kendi zamanlarına uygun bir mekan
kurgusu ve ayrıntıda mümkün mertebe fire vermemek konusu oldukça zor. Yaptığı
tasarımların mekan ve zaman, tarih ve hatta gün oluşunu gördükçe onları nasıl
gerçekleştirdiğinin hikayesini fısıltı ile anlatmak istedikçe, filmi bırakıp
onu dinlemek istiyorsunuz. Fakat filmi de bırakamamış oluyorsunuz.
Şeyh Bedrettin’in hikâyesi; malum döneme/Osmanlının
merkezde siyasi karışıklıklar ve taht kavgaları nedeniyle halkına siyasi ve
iktisadi bakımdan çekilmez bir boşluk-bunalım yaşattığı döneme rastlıyor.
Sistemin en iyi eğitimini almış, en iyi konumuna getirilmiş olan bir alim/şeyh
olarak yukarıda ve aşağıda, sarayda ve sokaktaki hayatları, zulüm ve adalet kıyaslamasıyla
bir takım zihinsel kırılmalar yaşayan ve adalet arayan Şeyh, ona bağlananların
ezilmişliği ve ekonomik çaresizliklerine, onları ötekileştirmeden ortak bir
çözüm sunma çabasıyla öne çıkıyor. Onun Müslüman olması, Sünni geleneğin
yetiştirmiş olduğu hocaların hocası olması; böylesine insanca bir tutum
sergilemesine ve ilerleyen zamanlarda yoksul ve sahipsiz kalmış halk için
kendini, konumunu feda etmesine, hayatından vazgeçmesine engel olmuyor.
Hangi ilmi kökenden, gelenekten gelirse gelsin düşünmeye,
sorgulamaya devam eden herkesin tercih edeceği hakça güzergahı takip ediyor.
İnandığı doğrulara koşuyor. İnandığı gibi yaşıyor ve ölüyor.
O kendi kavgasına düşmüş egemenlerin oluşturduğu boşlukta
halkın tutunacağı bir tutamak olmayı yeğliyor. Onun hakkında yazılmış
kitapta onun isyancı olmadığı söylenmiş. Ki
kendisinin bu dünyadan çekip giderken “Hakk’a isyan edenin kendisi olmadığını” belirttiği
biliniyor.
Kimi tarihçiler ise onun devlete isyan eden ve kendisine
adam toplayan bir şeyh olduğu iddiasındalar. Tabi bu durumda “Devletin en
yüksek makamında iken, bir kazaskerken, hocaların hocasıyken neden kendisini
böyle bir ateşe atsın?” sorusu da zihnimizin darağacında çırılçıplak sallanmaya
bırakılıyor.
Tartışmalara devam edile dursun, filmin galasında misafirler
yerlerini aldığında filmin başrol oyuncusu, filmdeki Şeyh Bedrettin; sanatçı
Suavi, sunucunun kendisini “Şeyh Bedrettin’i canlandıran” şeklinde bir cümle
ile sunmasına karşılık “Ben mi onu canlandırdım, o mu bana can verdi bilmiyorum.”
şeklinde ince bir cümle kurdu. Yönetmeni Hakan Alak ekip ruhunu vurguladı ve
“Daha iyi yapabilirdik ancak elimizden bu geldi.” şeklinde yapabildiklerine nazaran mütevazi
bir açıklamada bulundu.
Herhangi bir sanat eserini, mesela bir sinemayı ortaya koyan
iradenin hayata bakışının o esere yansıması, hatta bilinçle yansıtılması kadar
tabii bir şey olamaz. Tabii olmayan şey, belki sadece bu yansıtmanın dozundaki
ölçüsüzlük olabilir. Bu filme dair eleştirilebilecek şey ise filmde – incelik
yapıp ad vermeyeceğim- bir mezhebin veya diyelim ki politize olmuş müstakil
dini algının bütün filmi kaplaması ve seçtiklerinden başka hiçbir dini algı ve
yorumu filme almamış, hatta hiç sızdırmamaya özen gösterilmiş
olmasıydı. “Birileri” hiç yoktu filmde. Kapı dışarı, o dönemsellikte dahi
zamandışarı, mekandışarı edilmişlerdi.
Tarihi yanıltma veya yeniden tarih yazma-çekme konusu ise
başka bir şey. Bunu tarihçiler fakat elbette – eğer varsa- tarafsız tarihçiler
yapacaktır. Fakat bu konuda beni acı acı gülümseten tarihçi yorumlarından
birini aktarmadan geçemeyeceğim: “O da kabul etti isyancı olduğunu. Kendi
idamını kendisi mühürledi. Hem Osmanlı onun kitaplarını okutmaya devam etti.”
Sinematografisi keyifli olan filmin, kurgusal bakımdan ilk
yarısına olmasa da, ilk üçte birine dek bağlantıyı kuramamış olsak ta
sonraları, en çok ta şeyhin yetiştiği geleneği temsil eden etnik köken,
özellikle Sünniler hariç pek çok farklı etnik kökenin isyanda birleştiği ve
sonuçta müridi oldukları şeyhle beraber öldürüldükleri sahnelere tanık olduk.
Çıkışta filmde daha fazla Alevi kökene dair işaret beklentisi olan ve bundan
şikayet eden bir kişinin eleştirisine, arkadaşım beni işaret ederek “Fakat
Sünniler de var. Biraz da onları düşünelim.” Diyerek takılması ilginçti. Her ne
kadar ne Hz. Peygamber Sünnî, ne Hz. Ali Alevîdir,
bense sadece
Müslümanım desem de… Açıkçası bazen ortam, o kadar dinci ve mezhepciydi ki
kendimi pek mezhepsiz ve din-ci-siz hissettim desem ileri gitmiş olmam.
Her şey bir yana önemli şahsiyetlerin din, mezhep ve ideolojilerce
çekiştirilmesi geleneği tüm hızıyla devam ediyor. Her kesim onun hak davasının
etrafında kendi algısını-sapmalarını sorgulayacak ve değişip gelişecekken
birbirinin katılıp kalmış algısını sorgulamak, yakıp yıkmak için paravan olarak
kullanıyor. Büyük şahsiyetler birleştirici değil ayrıştırıcı olarak
kullanılıyor.
Son
olarak “Yârin
yanağından gayri her şeyin paylaşılması gerektiği” mottosunu diline pelesenk
etmiş her kes-im-in artık bağlandığı bir yâri olmadığı için o yanağı da
paylaştığını yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum bakalım. Hatta diğer herşey paylaşılmıyor da bir tek o mu paylaşılıyor desem
ileri gitmis olurum.
Yoksa bu cümleyi silmemiş miyim? Siz beni yazmamış kabul
edin. Yaşananı…