Sevilme İhtiyacı
Toprağın çimen, çimenin kuzu, kuzunun insan için yaratılması değil sadece, insanın insan için yaratılması da kayıt altında. Diğer bütün varlıkları kendi göğünden seyreden insanın hemcinslerine aynı hizadan bakma içgüdüsü beraberinde onlarla yaşamayı, onlar için yaşamayı getiriyor. Başkası için yaşanmayan hiçbir hayat değerli değildir. İnsanlar yalnız başlarına, her biri başka bir gezegene mahkum edilerek yaşasalardı belki başkasının bir anlamı olmayacaktı. Ancak hakikat şu ki aynı gezegende, birlikte yaşamak zorundayız ve her birimizin varlığı dönüp dolaşıp ötekilerden geçiyor. Bu sebeptendir ki beşeriyetin en büyük amacı bireyi korumak, bireyin en büyük amacı da topluma hizmet etmektir. Gelgelelim ki beşeriyet çok uzun süreçler boyunca insanın zindanı, insan ise toplumun hastalıklı uzuvlarından biri olmuştur. İnsanın topluma nefretle baktığı, toplumun insanı ezmek için fırsat kolladığı dönemler hep sevgi azlığının olduğu süreçlerdir. Sevgi azaldıkça bilinç bulanıklaşıyor, irade zayıflıyor, görüş alanı kısıtlandığı için ilişkiler birbirine esneklik bahşetmek, nefes aldırmak yerine birbirinin ayağına dolaşıyor, birbirini beslemek yerine aşındırıyor. Bütün mesele sevgidir. Bütün meselemiz sevgi olmalıdır. Sevgi, sadece sevgi besler ruhu, yaraları iyileştiren de odur, hiçliğe değer ekleyen de…
Sevginin olmadığı bir iç dünya yağmurun
değmediği topraklar kadar katı, kabar kabar, kuru, kupkurudur. Sevginin
dokunmadığı bedenden yeşerti beklemek hiç yağmur yağmayan topraktan çiçek
beklemek kadar safdilliktir. İnsan, hayatı boyunca yanında yöresindekilerden de
toplumdan da hep sevgi bekler. Onu buldukça yerini seven ağaç gibi dal budak
salar, başını göğe kusursuzca uzatır ve ormanın en gösterişli ağacı olur.
İnsanları şımartan toplumlar müreffeh toplumlardır bu sebepten. İsmet Özel’in
dediği gibi; “papatyaları şımartmazsanız Alkaponlar gangster, Mata Hari’ler
casus” olur. İnsanları kısıtlayan, onlardan sevgisini esirgeyen ve onların içine
sevgi yerine nefret tohumları atan toplumların geri kalmalarına neden
şaşırmamalı ki? Her hangi bir istatistiğe gerek yok, bütün gelişmiş toplumlar
devletlerinin bireyi koruyup gözetmekle kalmadığı, onlara sevgi aşılayan
toplumlardır. Her hangi bir istatistiğe gerek yok; gelişmiş toplumlarda
devletin bireye yönelik yaklaşımı diğerlerine göre daha müşfik, bireyin de
devlete yönelik öfkesi biraz daha seyreltilmiştir. Gelişmiş toplumlar, öfke ve
nefret toprağında sevgi yeşermeyeceğini görmüş toplumlardır. Devlet
vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini koruma garantisi vererek insanca yaşama
alanını açtığında bireyler devletlerini çok daha fazla sevecektir. Yazık ki bir
babadan başlayarak devletin en tepesine kadar elindeki sopayı gösteren hiçbir
güç, insanın kalbine dokunamaz; kalbine dokunamadıklarınızdan sevgi mi
bekliyorsunuz? Bekleyin o halde, çünkü hiçbir zaman gelmeyecek… Yazık ki mesele
elindeki sopayı vurmak değildir sadece, onu sallamak ve Demokles’in kılıcı gibi
her daim vatandaşlarının üstünde gezdirmek de sevgi yerine korkuyu, korkunun
peyda ettiği enerji soğurulmasını getirmektedir. Enerjisi soğurulmuş hangi
toplum yaratıcı tahayyülünü atmosferle buluşturabilir ki?
Michel
Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı
kitabı 2 Mart 1757 tarihinde yaşanmış bir cezalandırma enstantanesiyle başlar.
Oldukça etkileyici işkence sahnelerinin yer aldığı bu giriş bölümünde devlete
karşı suç işlediğine inanılan kişi halkın gözü önünde, “memeleri, kolları,
kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle uzuvları kerpetenler çekilecek”,
“kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte
eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek
parçalatılacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller
rüzgara savrulacaktır.” Üstelik bütün bunlar Greve meydanında yapılacak ve
halkın gözü önünde teşhir edilecektir. Sadece bu da değil: Suçlunun bıçakla
delinen bedeninin oyuklarına her yağ ve kükürt dökülmesi sonrasında suçlu acıyı
daha şiddetli hissetsin diye başıyla yarasına baktırılacaktır. Yarasını
seyretmenin yaranın kendi acısından çok daha vahim olduğu böylesi bir durumda
mahkumun tek bir talebi vardır: Başına toplanmış ve etleri santim santim
kopartılarak öldürülmesini seyreden insanlara “öpün beni” der. Beni öpün ey
insanlar. Bütün o acı harmanının ortasında, bütün o hengamede, bütün o kızgın
ateşler arasında bir insan ruhunun ihtiyaç duyduğu şeyin alnına veya
yanaklarına kondurulacak olan bir öpücük oluşu insanı nasıl da derinden
sarsıyor. “Beni sevin” diyor mahkum, bir insanın başına gelebilecek en büyük
felaketin en dayanılmaz noktasında sevgi talep ediyor. Belki
annesinin-babasının-kardeşinin-amcasının-dayısının-halasının-teyzesinin ve en
nihayetinde sevgilisinin kendisinden esirgediği sevgiyi, o esirgemelerin
faturasına dönüştüğü burada, bu ceza esnasında son kez talep ediyor. Beni öpün
baylar, dudaklarınızla bu ateşten gövdeye bir damla su verin, bu cehennem
alevlerine bir serinlik… Bakın ben de sizin gibiyim, sizden biriyim, sizim.
Beni öpün baylar, ilk nefesimde olmasa da son nefesimde, bu hamura, bu sevgi
hamuruna bir damla su nedir ki?
Gecikmiş sevgi
bir gün, bir yerde, bir yerinde insanın mutlaka yara açar. O yara bazen kederli
bir hatırlama, bazen geri dönüşsüz müzmin bir hastalık bazen de artık
ertelenmeye güç yetirilmeyen ölümün ta kendisi olur. Birbirini sevmek için
yaratılmış olanların birbirine sabah akşam küfretmesi, merhamet toprağına kin
tohumlarını ekmesi dünya bahçemizi dikenden geçilmez hale getiriyor. Dikenler
çiçeklerden çok daha fazla yer kaplayınca varoluşun ha bire kanamasından daha
doğal ne var? Bize dostuna bile kin püskürtenler değil düşmanına bile
tebessümle bakacak yüzler lazım. Bakmakla yükümlü olduğu çiçeğin gönlünü
almayan bahçıvanlara hangi bahçe tebessüm eder? Bu millet aç beyler, en çok da
sevgiye aç. Bahçenin tebessüm etmediği bahçıvanların vay haline…