Sevgili samimiyet
Kibir tevazuyu taşıyamaz. Oysa onun demirden bileklerine latif bir kuştüyüdür gövdesi tevazuun. Öyleyse kurşun yağmuruna ince bir şemsiye ile mukabele edebilen o içli eşik, letafetin muzaffer olduğu yerdir. Kendi gölgesinden ürken ama kibrin demir basamakları üzerinde yükselmeyi şiar edinen silik karakterlere teveccüh göstermek, onları içine düştükleri kıştan göğsünüzün baharına taşımayı murat etmek sizdeki merhametin bir tezahürüyse de o kibrin cilası olacaktır. Zira sönük kalanın ışıktan duyduğu rahatsızlığı sadeliğe, asalete, entelektüel bakış açısına dayandırma olasılığı yüksektir. Hayatsa her şeye rağmen sırtında ve kalbinde taşıyanın yürüdükçe yorulduğunu hissedeceği ve arınma ihtiyacı içerisine gireceği bir tecrübedir. “Benimle ilgilen, beni yücelt, beni kutsa” temennilerine kayıtsız hâle geleceği ve bu hâlet içinde tepkisizliğin en büyük tepki olduğunu öğreneceği aziz bir tecrübe.
Uzun bir zaman dünyanın
kötülerle iyilerin savaş hâlinde olduğu bir arena olduğuna inandım; nihâyetinde
iyiliğin galip geleceği bir arena. Fakat Rahman’ın yarattığı kötülüklere nasıl
böylesi cömert mühletler verebildiği hususu hep çıkmaz bir sokağa götürüyordu
beni. Bir gün, Muhyiddin İbnü'l-Arabî’nin Fusus'ül Hikem’inde esma bahsine
rastladım. Allah’ın Rahman, Rahim, Mü’min, Semi, Nur, Adl,
Hakem, Kadir, Vedüd gibi
merhamet, azamet, adalet, saffet, rahmet ve sevgi ilhak eden sıfatlarının
kulları üzerindeki yansımalarının fark edildiği ve dillendirildiği belirtilirken
O’nun Muzil, Kahhar, Dârr, Mâni gibi yakıcı ve yıkıcı isimlerinin insanlar
üzerindeki tecellilerinin göz ardı edildiğine dikkat çekiliyordu. Hâlbuki
kâinatta her ismin bir şahısta tecellisini görmek mümkündü ve dengeyi muhafaza,
yıkıcı isimlerin yansımalarının da kişilerde olmasını gerekli kılıyordu.
Üstelik Şeyh, kendisinde bu sıfatların görüldüğü pek az kimsenin sıkı bir
terbiye ile değişip dönüşebileceklerini kaydediyordu. O dem mekanizmayı bozacak
bir yükseklik aramanın da beyhudeliğini anladım. Denge için kötülükle iyiliğin
kol kola yürümesi elzemdi. Ancak burada da kalmadı. Bir zaman sonra samimi bir
gazabın riyakâr bir merhametten üstün durduğunu fark ettim; hadiselerin
geçtiğini, insanların geçtiğini fakat güzel bir tecrübenin verdiği hissin daima
öğrenmeye istekli bir gönülle kalacağı için gönderilen mesaja odaklanmak
gerektiğini… Belki de bu sebeple “ıstırap
çekeriz; dış dünya var olmaya başlar…; çok ıstırap çekeriz; yitip gider. Acı
onu sadece gerçekdışılığını açığa vurmak için uyandırmıştır.” der E. M.
Cioran Burukluk kitabında (s. 30) ve otuzunu geçen insanın olaylarla,
bir gökbilimcinin dedikodularla ilgilendiğinden fazla ilgilenmemesi gerektiğini
söyler (s. 63).
Galiba şahıs kadar
hadiseyi de orada bırakıp gidebilmeyi ben kırklı yaşlarıma yakın bir yerde
öğreniyorum ve zaman zaman kötülükten kopmuş gibi dursa da bâki bir samimiyetin
ehemmiyetini “orada” fark ediyorum. Değişken gündemlerin, geçici ve yıpratıcı
kavgaların, güdümlü insanların hayatımıza sadece bir mesaj bırakmak için
uğradıklarını ve okunan mesajın kalıcı olmak için bir eser hüviyetiyle
nakşedilmesi gerektiğini orada içselleştiriyorum. Nitekim kişide kalan
derinleştirildiği ölçüde “samimiyet” olarak okunabiliyor muhatabı tarafından. Muhtacı
ve meftunu olduğumuz şey tepeden tırnağa bir samimiyet; hesapsız, bencillikten
uzak, “sen” diyebilmeyi önceleyen. Bizden alındığını düşündüğümüz her vakte
hakkını helal ettirebilen bir samimiyet. Şairin dediği gibi “mahcupluğumuzu alıp çarşıda dolaştırmayacak”(Üzeyir
Sali, Yakılmış Şiirler, s. 53) ve her akşam hüznümüzü bekleyecek bir samimiyet.
Elinde cılız bir mum
ışığı olduğu halde gecenin karanlığında arayanlar… İçli bir samimiyetin
hasretini çeken kervana dâhil olmak isteyenler… “O” ağrıyı ağırlayanlar;
Selam size.