Dolar (USD)
32.50
Euro (EUR)
34.95
Gram Altın
2430.24
BIST 100
9809.94
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Sessizce göçüp giden bir Hakk dostunun ardından

Geçen haftaki yazımızın başlığı “Tek Hakikat: Ölüm ve Hayat” idi. Yazıyı kaleme aldıktan sonra gözden geçirmesi için üniversiteden bir arkadaşıma gönderdim. Arkadaşım her zamanki gibi gerekli gördüğü düzeltmeleri yapıp gönderdikten sonra neden böyle bir yazı yazdığımı merak ettiğini söyledi. Ben de buna cevaben her an gündemimizde olması gereken ölümün ancak birilerinin ölümüyle gündemimize geldiğini, her birimize mutlak manada gelecek olan ölümü sanki kendimize yakıştırmadığımızı, hep başkalarının öleceğini zannedip umursamaz bir tavırla hayata devam ettiğimizi ve bunun da hatalı bir tavır olduğunu belirtip bu ramazan ayında buna dikkat çekmek istediğimi söyledim.

Geçen hafta içinde aldığım bir ölüm haberi, sıradan birinin ölüm haberi değil bir gönül ehlinin, bir âlimin, bir âlemin ölüm haberiydi.

Derdi ve müşkülü olanın, darda ve sıkıntıda kalanın arayıp bulduğu; cefakeş, vefakâr bir dost…

Ehl-i tarȋk, sâdık, samimi, ihlaslı bir Müslüman...

Eğitim camiasının bilgili, tecrübeli, tedbirli ve temkinli emektarı...

Sessiz, mütevazı, mütebessim, mütevekkil insan Ahmet Koçinbar’ın vefat haberi.

Onun bu vefat haberi beni çok eskilere götürdü. İsmini ilk kez 1980’li yılların başında Bingöl’deki öğrencilik yıllarımda duymuştum. O dönemlerde köyümüzün de bağlı olduğu Bingöl Sancak nahiyesinde okuyup devlet dairesinde görev almış çok az insan vardı. Bunların da büyük bir kısmı okuyup devlet memuru olduktan sonra farklı siyasi fraksiyonlara ayrılmış; dinȋ inançlarını kaybetmiş, yaşadıkları yörenin gelenek göreneklerinden uzaklaşmış ve kendilerini yetiştiren anne ve babalarının yaşam biçimlerine düşman hâle gelmişlerdi. Böyle bir dönemde dindar bir ailenin çocuklarını okutmaları büyük bir riskti. Okuyup devlet memuru olduktan sonra geleceklerini garantileyebilirlerdi ama inançlarını ve yaşam biçimlerini kimse garanti edemezdi.

Rahmetli babam böyle riskli bir dönemde beni okutmaya karar vermişti. Benim okula yazıldığım 1971 yılından önce köyümüzde okul yoktu. Dolayısıyla devlet dairelerinde görev alan bir köylümüz de yoktu. Bu yüzden köyümüzden birilerinin okuyup devlet memuru olabileceğine pek ihtimal verilmiyor ve rahmetli babamın beni boşuna okula gönderdiğine inanıyorlardı. Hatta kimileri babamı bu fikrinden vazgeçirmek için okula gidip memur olanlardan annesini babasını tanımayanları, onlara asi olanları; dinden ve imandan, gelenek ve göreneklerden uzaklaşanları, içki içen, namaz kılmayan ve oruç tutmayanları örnek göstererek benim de onlar gibi olacağımı söylüyorlardı.

Bunun üzerine babam her okuyanın dinden çıkmadığını; memur oldukları hâlde namazını niyazını bırakmayan, oruç tutan iyi örneklerin de olduğunu söylüyordu. Bunlara örnek olarak da yakın bir köyden ve birbirlerine akraba olan Öğretmen Mehmet Akgündoğdu’yu ve Müfettiş Ahmet Koçibar’ı örnek gösteriyordu.

Başkalarından da çeşitli vesilelerle duyduğum bu iki isim benim için uzun süre bir merak konusu oldu. Bingöl’de İmam Hatip Lisesinde öğrenciyiken Mehmet Hocamı tanıdım. Hitabet derslerimize girdi. Son derece kibar, dindar, hayırhâh, müspet, mütebessim, latifeci, hikmetli sözlerle güzel konuşan, yaşam biçimiyle de örnek bir insan.

Merhum Ahmet Koçibar ile yüz yüze tanışmam ise Hacettepe Üniversitesindeki öğrencilik yıllarımda oldu. Bir yaz tatilinde kendisiyle Bingöl’de karşılaştık. Beni gıyaben iyi tanıdığını ve yüz yüze tanışmaktan da büyük memnuniyet duyduğunu söyledi. Biraz sohbet ettikten sonra da Mehmet Zahit Efendi’nin yazmış olduğu beş ciltlik “Tasavvufi Ahlak” kitabını okumamı tavsiye etti. O günden sonra muhabbetimiz artarak devam etti.

Ben üniversiteyi bitirdikten sonra Ankara’da göreve başladım. O ise İstanbul’da İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı oldu. Bu yüzden pek sık görüşemiyorduk. Ama değişik vesilelerle telefon açıp haberleşirdik. Emekli olduktan sonra yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle arayıp halini sorduğumda hep şükrediyor, durumunun iyi olduğunu söylüyor ve dua etmemi istiyordu.

En son iki ay önce beni telefonla arayıp hal hatırımı sordu ve helallik diledi. Ayrılık vaktinin geldiğini hissettim. Bunun üzerine 13 Nisan’da bir vesile bulup İstanbul’a gittim. Milli Eğitim Bakanlığında uzun süre öğretmenlik ve değişik kademelerde yöneticilik yaptıktan sonra kendisi gibi emekliye ayrılıp İstanbul’a yerleşen Mehmet Akgündoğdu Hocama telefon açtım; Ahmet Bey’i ziyaret etmenin uygun olup olmadığını sordum. Mehmet Hocam ziyaret etmek yerine telefonla görüşmemin daha iyi olacağını söyledi. Bunun üzerine Ahmet Bey ile telefonda konuşup helalleştik. Bu son görüşmemiz oldu.

Onun yokluğu gönül dostlarını üzdü. Ama inanıyorum ki o, Rabbine kavuşmanın sevinciyle bu deni ve meşakkatli dünyadan ayrıldı. Fâni dünyanın renklerine, hilelerine aldanmadı; şatafatına kanmadı. Çünkü dünya, divan şairlerinden Necati Bey’in de şu mısralarında dile getirdiği gibi meşakkat yeridir; ona meyletmek, sevgi beslemek hatadır:

Dünya evi meşakkat ü renc ü anâ imiş

Sahn-ı sefa didükleri mâtem-serâ imiş

Devlet anun ki kendüyi dünyâya virmedi

Dünya diyene meyl ü mahabbet hatâ imiş

“Dünya, meşakkat, sıkıntı ve zahmet çekme yeri; eğlence mekânı dedikleri de matem evi imiş. Ne mutlu o kimseye ki kendini dünyaya kaptırmadı. Dünyaya meyletmek ve ona sevgi beslemek hata imiş.”

Ne mutlu ona; Ahmet Bey kendini dünyaya kaptırmadı. Hayatında hep Allah’ın rızasını kazanmayı hedef edindi. Allah kendisine rahmet eylesin. Ahiret hayatında cennet ve cemaliyle şereflendirsin.