Ses kaybı
İki vakit dikkatimi çok çekiyor: Sabah ve akşam… Şafakta, karanlığın artık gücünü yitirdiği, aydınlığın ayak seslerinin duyulduğu o büyülü geçiş noktasında her şey nefesini kesip doğanın o eşsiz başlangıcına kulak kesiliyor. Sabahı ve dirilişi haber veren günün o ilk ezanı, öteki bütün vakitlerin özetiymişçesine insanın ruhuna işliyor. Ve günbatımında da öyle. Akşam ezanının okunmasına yakın bütün mevcudat susuyor. Günün bu iki geçiş noktası başlangıç ile bitişin, doğum ile ölümün seremonisi sanki. Ve sanki sabahın serinliğinde de akşamın ılıklığında da bu ikisi arasına sıkışmış sayısız gürültüyü terk etmenin, kabalığı atmanın, doğayı inceltmenin henüz anlayamadığımız birtakım şifreleri var. Tam da bu vakitlerde varoluşun o ince, nahif, İsrafil surunu andıran bir dönüşüm geçiriyor “oluş” ve sanki Yaratıcı’nın ellerinden çıkan mevcudatın kulaklarına bu iki vakit özellikle fısıldanmış. Allahualem, şöyle diyor Yüce Yaratıcı çakıl taşlarından ırmak sularına, gökyüzünden çimenlere: Susun, yeniden yaratıyorum dünyayı. Susun, yarattıklarımın, yaşattıklarımın ruhunu alıyorum. Tıpkı her doğumda bebeklerin kulaklarına fısıldanan ezan, tıpkı her ölümde cenaze namazında okunan dua gibi…
Ve biz bunları unutmuştuk. Ve biz fabrika dumanlarından göğü, araba kornalarından çıtırtıyı, sekiz beş mesaisinden hayatın kendi sesini unutanlar, bunu unutmuştuk. Unutmuştuk kulağımıza her gün sayısız formatta çalınan ses kaosundan doğanın bizi çağıran senfonisini, korona belki biraz bunu hatırlattı bize. Görünürün kibri karşısında görünmezin, ortada olanın tahakkümü karşısında kıyıda duranın, büyüğün hegemonyasına karşı küçüğün isyanı olarak korona unuttuğumuz şeylerden birini daha hatırlattı bize: Ölçülü sesi... Varoluşun, fıtratın, doğanın sesini… Gökyüzünün, yeryüzünün, ağacın, rüzgarın, ateşin, suyun o kendine özgü şırıltılı sesini…
Büyük bir kayıptı bu... Gürül gürül akan ırmaklar da yok olmuştu artık, çatur çutur yanan ateşler de; efiltiyle buğdayları tarazlayan esintiler de gitmişti, bahçeden pencereye süzülen çocuk sesleri de… Hepsini bir cam parçası almış, götürmüş, yutmuştu.
Modernleşmeyle birlikte sesler nasıl da rengini yitirdi. Sesler varoluşundan soyutlanıp nasıl da başka bir kılığa girdi, kimliksizleşti. Tıpkı bedenin genelinde olduğu gibi, insana özgü görünür bütün mülkiyetlerdeki gibi sesler de varoluş amacının dışında kullanılıyor artık. Bir yolculuk için yaratılmış ayakların eviçlerinde veya hareketli merdivenlerde patinaj yaparak kendini yok etmesi, işlevine aykırı hareket etmesi ne kadar tuhafsa, düşünmek, iradeyi sevk ve idare etmek için yaratılan aklın bir arzu nesnesinin oyuncağına dönüşmesi ne kadar şaşırtıcıysa, çevresindeki doğal güzelliklere ayarlanmış gözün küçücük bir ekrana mahkumiyeti nasıl ıstırap vericiyse ve elbette kendini, kendini var edeni, doğal ve fiziksel çevresini sevmeye ayarlanmış yüreklerin katılaşması nasıl kaygılandırıyorsa insanı, sesin böylesine kendine yabancılaşması, kendisini taklit edenin gerisine düşmesi, sonradan olanın, önceden gelenin katiline dönüşmesi de öylece ve o kertede üzüyor insanı, bunu gördük. Dünyanın kulakları duymaz olmuştu ne vakittir. Ne vakittir kalplerin sağırlığı, fabrika dumanları benzeri atmosferi sarmış, vicdanın sesi başta olmak üzere Yaratıcı’nın özene bezene yarattığı bütün o ilahi sesler asliyetini yitirmiş, kıyıya çekilmiş, kötülüğün yüksek perdeden, pes, pespaye sesi karşısında yorgun düşmüştü, mahzunlaşmıştı ve işte bu sırada, tam da bu sırada bir virüs çıktı ortaya, susturdu bütün kötü sesleri, kötünün ve kötülüklerin sesleri sokakları bir bir boşalttı, caddeler tam da sabah vaktine özgü bir sükuta bezendi, sesini unutanlar seslerine yeniden kavuştu. Kim bilir neredeki mazlumları, yoksulları ve kimsesizleri bombalamak için şafakta motorunu ateşleyen savaş uçaklarının yerini kuş seslerinin alması ne güzel?..
Geçen yüzyıl boyunca otoriter rejimler, gücünü bildikleri için kalabalık ortamlarda, sinema, tiyatro gibi eğlence yerleri ile toplu ulaşım araçlarında sesi olabildiğince büzüştürdü, dondurdu, üzerine ölü toprağı serperek büsbütün yoklaştırdı. Stadyumlar, seslerin bir hafta boyunca birikmiş enerjisini emmenin, topraklamanın, tatmin etmenin mekanları olarak kullanıldı, sese hedef saptırıldı. Yüksek volüme ayarlanmış müzikler, doğanın özgün seslerini bastırmak için bir araç olarak kullanıldı. Uçakların kanatlarından çıkan sesler kuşların kanat seslerini büsbütün duyulmazlaştırdı, arabaların motor sesleri at kişnemelerini tarihin montajına dönüştürdü ve bütün bunlar bu yüzyılda oldu ve sesler kimliklerini yapay üretimler arasında insan karakterinden daha hızlı yitirdi, kenara çekildi. Belki Tanrı’nın yerine kendini, Tanrı sözleri yerine kendi sözlerini, doğanın kanunları yerine kendi kanunlarını inşa etmeye ayarlanmış modernitenin sese özgü tasarrufuydu bütün bunlar. Ezanları fon sese dönüştüren kalabalık şehirler bir anda nasıl tekrar ezanlara açtı kendini.
Son birkaç on yıldır ortaya çıkan dijitalite ise ses kaybını doruk noktasına ulaştırmıştı. Dijitalite kalabalıklar ile kapalı devre bir ses akışına imkan tanıyarak sesin gövdesini tamamen ortadan kaldırıp ruhunu tek kişinin duyabileceği şekilde ayarladı. Metalden kulağa sesin yolculuğu kablolar arasına sıkışarak tek kişilik bir ses ölümü seremonisi yarattı. Artık sadece kısık sesle ve kendinize yönelik, fısıltıyla konuşmuyorsunuz, konuşanların sesini de bütün ortamlarda yalnızca kendiniz duyuyorsunuz. Kalabalık bir caddede, kalabalık bir kafede, parkta, bahçede sayısız ses akışı var ama her bir ses sadece kulağın içine giren kablolardan tek kişilik mezarlık yoluna dönüşmüştü ve virüs belki bunu da değiştirecek.
Sesin gücünü yitirmesinin, duyarlılık kaybının, ses ile ruh arasındaki doğrudan ve sıcak temasın en somut örneği çocuklardır. Bir zamanlar sadece ebeveynlerinin değil doğanın da çocuğu olanlar doğadan öç alırcasına onu tamamen unutuşa terk etmişti. Yeni nesil çocuklar mekanik seslere karşı son derece müteyakkız, hazırlıklı, uyarılmış ve iştahlıyken doğal seslere bigane ve sağırlardı. Cep telefonundaki sesi aniden ve gözleri parlayarak karşılayan kulakları, annelerinin sesine yokmuş muamelesi yapıyordu. Belki de kalpleri böylece, bundan dolayı katılaşıyordu. Virüs sayesinde çocuklar yeniden annelerinin sesini keşfetti ve duymaya başladı. Dedik ya, başlangıç ile bitiş arasında bir sessizliğe ihtiyaç var. Duraklar da müziğe dahil olduğuna göre koronanın büsbütün bir felaket olduğunu kim söyleyebilir ki?