Serbest Şiir Okuması
Bizim gibi gelenekselliğini
modernlik ile kıvamında sentezlemenin üstesinden gelememiş toplumlarda bilgi
ile bilim arasındaki fark oldukça belirgindir. Kendine yetecek kadar, hayatını
idame ettirecek derecede bir bilginin varlığından muhakkak bahsedilebilir. En
azından belli çevreler için ve bu da hatırı sayılır bir değerdir. Ancak kurgusu
sağlam bir topluma dönüşmek için bilginin, bir aşamada muhakkak bilgiye
dönüşmesi gerekir. Çünkü bilgi ile bilim arasında niceliğe özgü değil, bir noktadan
sonra niteliğe özgü farklar ortaya çıkmaktadır. Ki o farklar bilimin bilgiye
üstünlüğünden, bilimi sahiplenen toplumlar ile onu sahiplenmeyenler arasındaki
dramatik uçurumu beraberinde getirmektedir. Haddizatında bilgi, yaşamak için
asgari bir zorunluluk iken bilim o yaşamın olabildiğince konforlu ve fiyakalı
hale getirilmesinin gerekçesidir. Bilgi yol gösterir, bilim yürütür; bilgi
eker, bilim biçer; bilgi başlangıç, bilim sonuçtur.
Bugün Türkiye’de sosyal
bilimler alanında dağınık, rastgele, yönsüz, yordamsız sayısız bilgi akışı var.
Bu bilgi akışına bir pusula konmadığı, bir yön gösterilmediği, bir yörünge
çizilmediği için de her bilgi kırıntısı zamanın ölü noktalarında ya paslanmaya
bırakılmakta veya büsbütün dondurularak işlevsiz şekilde, umutsuzca kendini
tekrar çözecek bilim öznelerini beklemektedir. İşin vahim tarafı aynı durumun
üniversiteler için de geçerli oluşu, bilgiyi bilime dönüştürecek mekanizmaların
bir türlü üretilemiyor oluşudur. Elbette bilim için sağlam bir geleneğe ihtiyaç
var ve bizde sağlam, oturmuş, kesintisiz biçimde nesilden nesle aktarılmış bir
bilimsel gelenek oluşturulamadı. Sebepleri bir tarafa bırakılırsa, günümüzde
bırakın üniversiteler arasında, üniversitenin kendi organları ve iç paydaşları
arasında bile bilgiyi yöntemle buluşturacak kolektif akılla bütünleşmiş bir
paydaş kurumsallaşması yoktur. Bu durumda nakledilen her bilgi –üretilen
demiyoruz, çünkü üretim ve özgünlük neredeyse yok- ancak nakledenin tatminine
yarıyor, onun ötesinde ne derde deva oluyor ne de sadra şifa veriyor. Yüksek
Öğretim düzeyinde bir algoritma oluşturulmadığı, o algoritma felsefeye
dönüştürüp sağlam yöntemler ile desteklenmediği sürece bunun böylece devam edip
gideceği ortada.
Sosyal bilimlerin önemli
şubelerinden ve diğer sosyal bilimlerin neredeyse hepsine ilham kaynağı
konumundaki edebiyat bilimi 1900’lerin başından beri kendine özgü bir terim,
epistemoloji, gramer, teori ve yöntem arayışını sürdürüyor. Ne yazık ki söz
konusu arayışların pek çoğu belli bir düzeyin üzerine çıkmıyor ve orada da
bilginin bilime dönüşmesi süreçlerinde sık aralarla kısa devreler yaşanıyor. Ne
edebiyat biliminin ana bilim dalları arasında ne de öteki bilimler arasında
sıkı bağlar kurularak oradan güçlü teoriler üretilebilmiş değil.
Mesele şiire gelince
işler biraz daha zorlaşıyor çünkü şiir, edebiyat bilimin üzerinde çalıştığı en
ele avuca sığmaz, en tanımlanamaz, en uçucu, dondurulup analiz edilmeye en uzak
türü. Şiiri üstün kılan temel ögeler onun insanın hem fizyolojik hem de psikolojik
taraflarını temsil etmesi, bu ögelerin oraya belli katmanlar halinde sızması,
doğrudan değil dolaylı dil kullanması, mecazlar, istiareler, söz sanatları,
imgeler üzerinden labirentimsi bir dil inşa etmesidir. Böylece insanın dil
üzerinden gerçekleştirdiği neredeyse bütün tasarrufların zihinsel kaymağı
şiirde toplanır ve böylesi girift bir dil kullanımının çözümlenmesi girişimleri
de kendiliğinden belli zorlukları beraberinde getirir. Yine bu sebeptendir ki bizde şiir bilgisi
yaygın ve kullanılabilir, şiir bilimi ise çok dar çevrelere sıkışmış, kapalı
devre bir bilgi alışverişi şeklinde somutlaşmıştır. Şiir bilgisini şiir
biliminin parçasına dönüştürecek, o bilgiyi organize ederek şiiri daha yakından
görmenin imkanlarını artıracak yöntemlere ihtiyacımız var. Üstelik bu
yöntemleri geliştirecek olan da bu yöntemlerin hareket edeceği atmosferi, yani
teoriyi kuracak olan da şiir bilgisinin yanı sıra şiir sevgisini de
içselleştirmiş edebiyat bilimcileridir. İşte bunlardan biri, Prof. Dr. Mustafa
Kurt, yakınlarda “Serbest Okuma” adıyla bir kitap yayınladı ve şiir bilgisini
şiir bilimine dönüştürecek köşe taşlarından birini daha olması gereken yere
yerleştirdi. Mustafa Kurt, romandan hikayeye, süreli yayınlardan anıya,
biyografiye, edebiyat akımlarından şiire kadar geniş bir zeminde okumaları
bulunan ve okuduklarını da yazıya aktarma becerisi gösteren az sayıdaki
edebiyat bilimcilerimizden. İşini severek yapmanın, yaptıklarını işiyle sınırlı
tutmanın sembollerinden biri olan dostumuz farklı zaman dilimlerinde şiire dair
geliştirdiği dikkatleri derli toplu hale getirerek Pruva Yayınları’nın özenli
sayfa düzeni ve baskı kalitesiyle Türk okuyucusunun dikkatlerine sundu.
Eser, ağırlıklı olarak İkinci Yeni’ye mensup şairlerin şiirlerini tahlile ayrılmış olmasına rağmen Behçet Necatigil, Ahmet Oktay ve Tanpınar gibi şairleri de konuk ediyor “serbest okuma”larına. Kitapta Cemal Süreya’dan Turgut Uyar’a, Behçet Necatigil’den İlhan Berk’e, Ahmet Oktay’dan Tanpınar’a pek çok şairin şiiri ve şiir hakkındaki yaklaşımları ortaya konmuştur. Aslında metin bütünlüğü açısından sadece bu isimlerle sınırlı kalınsa, şiirin teorisine, yöntemine ve pratiğine dair sağlam bir “giriş” bölümü ve metin boyunca ileri sürülen görüşleri formüle eden bir “sonuç” bölümüyle taçlandırılsa, ülkedeki her şiir sevdalısının ve şiir bilim paydaşının masa başı kitabı olarak önemli bir işlevi yerine getirilebilirdi. Ancak yazar “şiir” ile ilgili kısımlardan sonra Peyami Safa’nın şiire bakışından, Erol Güngör’ün tercümelerinden, Sadri Ertem’in edebiyatçı karakterinden, Sartre ve varoluşçuluktan bahsettiği yazıları da eklemiş ve bir anlamda şiire yakından bakışın, onu yakından görüşün imkanlarını genişlettiği metnin bütünlüğüne nispeten halel getirmiştir. Her şeye rağmen Türk edebiyat dünyasının şiiri seven, bilen, tanıyan ve onun kumaşından anlayan bir akademisyenin şiirle dansını keyifle seyredebileceği bir metin var karşımızda ve serbest okumayı, okumanın kanadına dönüştüren bütün şiir severleri okumaya davet ediyor. Teşekkürler Mustafa Kurt.