Serbest bir gün
Plansızlık özlemi içinde, bir özne değilmiş gibi fakat nesneleşmeden de
yaşanan bir gün. Hedefsiz yol alırken zihnin hedefi daima sorgulamak,
daima düşünmek. Bulur o şimdi, düşünecek bir şey…
"Bu
sabaaah...yağmur var İstanbul'daaa..." güzel şarkı. Hemen akla düşüyor.
Yağmur olduğundan değil, İstanbul’da sabah olduğundan… “Evlerin taraçaları güneşin
istibdadı altındaydı. Uzaktan bakıldığında buharlaşarak gökle birleşen alçak
tavanların altında alevsiz, sessiz bir yangın oturuyor gibiydi. Sıcak evlere
sığınmaya başlamıştı.” Yeni öykünün bir paragrafı bu. Bu paragrafın İstanbul’a
uyarlanmış halinde bir gündeyiz. Hava sıcak mı
sıcak.
Yalnızca bir hava durumu şarkısı olmadığı kesin.
İnsan havayı da kendi durumunu izah edici bir unsur olarak çok kullanıyor.
Bu içimize üflenen nefes, bu ele avuca sığmaz alıp vermeler, dışımızda
üflenmemiş olarak duran soluklarla sıkı iş birliği içinde.
Bir nargile tiryakisi gibiyiz hepimiz göğe, maviye karşı. Aydınlığı,
berraklığı, hoppa olmayan bir neşeyi, zırlamayan bir hüznü dahil etmek
istiyoruz canlılığımıza.
Seçiyoruz göğü.
Tramvayda "Nerelidir ki bence, nasıl biridir veya nereye
gidiyordur bence?" gibi her zaman ki karakter tanıma oyunu oynarken bir de
baktım bir avuç alanda, değil Türkiye'nin dünyanın kırk bir yanından insanla
bir arada nefes almaya çalışıyor olduğumu fark ettim. Ciddi söylüyorum; kendimi
etnik köken olarak azınlık ve yalnız hissettim. Bunu hep hissediyorum. Karşıdan
baktım kendime. Zavallı bir Türk. Üstelik utanmadan ne cür' etle bir de sünni.
Her ne kadar bunları aman da ayrımcılık filan olur diye kendi öz yurdunda hiç
öne çıkarmasa da.
İstanbul yine cümbür yine cemaat. Ama başka cümbürler,
başka topluluklar…
Üsküdar vapurunda öğlen sıcağında uyku baskısı kuran ney
üfürükçülüğü ısrarından sonra neyse ki Kadıköy kıyısındaki bitimsiz hebele
kubele halayla burun buruna gelmiyoruz. Biri uyuyun derken diğeri uygunsuz adım
uyandırıyor.
Hava sıcak mı sıcak. Sandaletlerimizin derisi ile ayak
derimiz eriyik halinde birbirine dönüştü. Ayaklar yaralandı. Yara der demez kim
akla gelebilir? Tabii ki şairler… Şairlerin mızmızlığı iyice sıradanlaştı gerçi.
Neyse ki yara kelimesini bir parça terk ettiler.
Yara bandı alırken buralarda herhangi bir şaire görünmeden almam ve apar
topar sur içi olma isteğim o yüzden.
Sanki gökten düşmüş ve kapmış olduğum çok serbest bir
gün. Hatta serkeş. Şahsen plansız olduğumuz ve kurgulamak zorunda olmadığımız
günlerin sürprizler saklamış olması pek malumunuzdur. Sürpriz hediye paketleri
gibidir plansız, programsız günler. İşte öyle bir gün…
Başkalarına karşı sorumlu olmadığımız, inisiyatifimizin kâhyası olduğumuz günlerde
tevafuğu ürkütmeyecek bir plansızlıkla yaşamayı yeğlemeliyiz, diye düşünürüm
hep. O vakit hemen her olayda ilahi/tanrısal sürprizlerle gamze gamzeye gelmek
ve henüz gönderilmiş taze sevgilere sarılarak yaşamak güzel oluyor.
Basiret/öngörü, daha daha bir üst planın dalgınlığında, sabah akşam süper veya
yeni aparan siyasi güçlerin kurdukları "o büyük oyunu" planı,
programı çözmeye çalışmak ve o çözümsüzlükte bk böcegi gibi debelenip dururken
güzelim hayatı, sanatı ihmal ve iptalden daha öte bi'şeydir muhakkak.
E tabi serbest bir gün dediysek; düşünmenin çok
serbest olduğu bir gün demek istedik. Ne İstanbul sizi bırakır böyle bir günde,
ne düşünmek… Hazır plan-sızlık, program-sızlık, kurgulamaksızın günü ve anı
yaşamak deyince zihne gelen şeye bakınız:
Edebiyatta ve sinemada kurgu konusu o kadar öne
çıkarılıyor ki, yakındır; kimi roman ve öykü yazar ve yönetmenlerin kendilerini
Kaderlerin Efendisi ilan etmeleri... (Yoksa ilan ettiler mi?) Roman yazmış
insanlarda “Kaderi kurgulayabilirim, iyi kurgu yaparım, kurgucuu tarzı bir
tabelayla gezinme geleneği var, hissediyorum. İçlerinde romanını okumadığında
da seni çok eksik, nasipsiz gibi görenler de az değil. Senaryosunu kendi yazı
yazıvermiş yönetmen dersen bunun iki üç katı bir eminlikle var oluşunu
yudumluyor ülkemizde. Bir kısa filmi zor çekmiş bir taze yönetmenin “kaşe
ültimatomu” ile gezinmesi ondan olsa gerek. O bir kurgucu, kolay değil. Kaderi
inşa edebiliyor o! Ona göre!
Kendilerini öyle görmüş, geçirmiş, geçmiş gitmişler de
vardır muhakkak.
Kaderin satranç ötesi ağ örüm iksirinin dünyaya
getirilip satışa sunulmasında Batı'nın cadılığının tırnakları var. Romandır,
sinemadır. Aferin onlara. Kendi bakış açılarından ve bir anlamda sözel
matematik imkanından dünyayı büyük etkisiyle saran sanatlar ürettiler ve
pazarladılar. Dünyanın kaderini böyle de kurgulamaya kalkıştılar,
kalkışıyorlar.
Doğu ise, -sanki hala- ince bıyık, baş sağ yana yatık
vaziyette " Kaderin üstünde bir kader var." zikrini çekmeye devam
ediyor. Kurguyu üzerine alınmamak ve Yüce Kurgucu'nun arkasına saklanmak. Şair
masum. O zaten kurgunun yara kısmıyla ilgileniyor. Yaraya kapanmış, ağlıyor. Yanlış
sabır algısı onun büyük kabri...
Hayır. Anlamıyoruz.
Kaderin üstünde bir kaderin olması insanın kendi
kaderini kurgulamadaki sorumluluğunu neden yok etsin ki?!... Üst kaderin
altında bir toplum neden uyusun ki “Kaderim bu, böyleymiş benim alın yazım”
diyerek? Neden “kaza”/gerçekleşme öncesi, yani sınırlı insan kavrayışına göre
kurgu öncesi ve sonrası ona kendi iradesi ve emeği oranında etki etmesin? Neden
tercihlerinin farkında olarak kaderinin başında durmasın?
Kaderini kurgulamayanların hikâye, roman ve
sinemalarını kurgulamakta gecikmiş ve nerede kalmış oldukları da sorulmaz.
Ayıp.
Tatil anlayışım bu. Doğunun en batısından biri olarak.