Senin kaderinin ilk bahçesi ne?
Bizi sağ
bırakan şey ne? Bizi yaşamaya ikna eden şey?
İhtimal ki
biz insanlık aleminin dertlerine kıyasla yaşadığımız şahsi dertleri küçümseyen,
onlara bir angarya gibi de bakan, dünyanın ve insanlığın dertleriyle hemhal
olmazsa kendini yaşamaya hak sahibi hissetmeyen bir gelenekten geliyor olmamızdır;
bizi diri tutan...
Sağlığımızın
kaynağında diğerkâm olmamız var. Yani kâm’ı diğerinden alıyoruz. Daha doğrusu
neşemizi adaletle paylaşmak istiyoruz. Sahip olduğumuz her şeyde “Allah hakkı”,
zorunlu ve gönüllü paylaşma payı, hakkı var, yani başkası, öteki, beriki var. Zekatın
en genel manada arınma hareketi olduğunu düşünürsek; sahip olduğumuz görülmez
zenginlikler, varlıklarımızı da yakından uzağa pay etmek, paylaştırmak
durumundayız.
Çünkü
"Eğer sen başkasını, halkı düşündüğün kadar Hak tarafından düşünülürsün” denklemi
bağdaş kurmuştur ve biz toplum için çabaladıkça keyiflenip çözülür kalbimizin
sofasında.
Yoksa
kalıbımız kurur. Çürürüz.
Bencillik
çürümek gibi bir şey çünkü.
Bir de
elimize bir kitabı almadığımız zamanlarda/ekrana dalıp gitmediğimiz zamanlarda
hayatın, olayların ve iyisi kötüsüyle insanın ne büyük ve ciltli eserler,
kitaplar, hususi manzumeler ve sağlam vuruşlu veciz ifadeler gibi bize bakıp
durduğunu görüyoruz. Hadi film hayatlar, asıl aktörler de diyelim…
Koca bir
kütüphanedeyiz ve hiç göz değmemiş, imajı, yüzü kaldırılıp da bir defa olsun
ilk sayfası dahi özenle okunmamış ne çok insan var...
“Neden böyle?” diye düşünüp sorunun en güncel
cevaplarından birini aradım, bu haftalık diğerkam günlüğüme uygun olarak.
Neden en
azından ilk yakınları tarafından okunmayan sayısız insan var? Çağın bulaşı
bencilliğin en büyük belirtisi bu belki.
Kapağı kaldırılmamış, kendisini anlatmaya imkân bulamamış, yaşarken
anlaşılmamış ve bu nedenle uzaklardan, sanal ortamdan kendisine yakınlar bulup
buşurmaya çalışan, yapay-sözde-geçici aileler kurmaya çalışan çok insan var.
Kendi kendisini anlamanın ve en yakınları tarafından anlaşılmanın, kıymeti
bilinmenin bir insanı diri tutma, sağlıklı yaşatma, iyileştirme gücüne
erişememiş ve bu yüzden kendini dışarıya, gelişi güzellik ırmağına, çok düzensiz
ve tehlikeli akışa, en çok da sanal sokaklara bırakmış çok insan var. Tabii ve
özgün akış ve maceradaki sürprizlerin güzelliğinden çok ayrı, kötü ve sağlıksız
bir akıştan, şaşkınlıktan ve tıkanıklıktan bahsediyorum.
Ergenler bir
yana, yetişkin pek çok insan sanal avlulara bırakılıp kaçılmış gayri meşru
bebekler gibi davranıyor bu yüzden. Onca bırakılmış insan nasıl olup da hayr ı
meşru hale getirilebilir? Yeniden eve, aileye, ilk yakınlara ve sahih,
birbirlerine karşı sorumluluktan ve emekten kaçmayan arkadaşlıklara,
dostluklara nasıl dönülebilir?
İlk
yakınlarından neden kaçtı bu insanlar? Ne arıyor olabilirler bu kadar
uzaklarda? Sorunların kaçağı oldular da başka hayatlara sorun çıkararak bu
kaçaklığı devam mı ettiriyorlar? İlle de sıkıcı ve aşırı disiplinli bir çerçeve
içinde sırf garanti kapsamında olsun diye sıkışıp kalalım demiyorum. İyisi
kötüsüyle var oluş sürecimiz, kırık kopuk, acemi veya olgun bütün
hayallerimizle neden doğal kader bahçemizde hayata koyulmayalım, neden erkenden
olmadık yerlere kopup gitmiş olalım, diyorum.
Öte yandan; şahsi
dertlerimize bırakın duyarlı olmayı çoğu derdin müsebbibi de malesef ilk yakınlarımızdır.
Bu çok tabiidir, çünkü onlarla yaşıyoruz. Biz de onlara dert olmuş oluyoruz. Uzaklar
daima karşılıksız, samimi ve duyarlı görünür zira bir sorumluluğu, verebileceği
bir emeği yoktur dolayısıyla kahrı da olmayacaktır. Sizden ve sizin
varlığınızın gerektirdiği emek ve sorumluluktan yana tuzu kurudur zaten. Hasta
olduğunuzda bir nane limon kaynatamaz. Bir çorba uzatamaz kısaca.
Yani insan
yavrusu veya insan yetişkini için “ilk çevresel şartları” ıslah etmek,
ilkellikten mümkün mertebe mükemmelliğe doğru geliştirmek zorundayız. Kaderin
doğduktan hemen sonraki ilk bahçesi ve oradaki kan veya can bağları, insan
ilişkileri, insanın varlığında, sağlığında çok önemli rol oynuyor. Var
olabilenler, sağ kalabilenler en çok o ilk kader bahçesini doya doya
yaşayabilenlerden çıkıyor hep. Ve ilginçtir; dünyadan kaldırılırken uzak
omuzlar değil, omuz silkilenler orada bulunuyor.
İstiyorum
ki; sadece cenazemizi değil sağlığımızı, sağken birbirimizi el üstünde tutalım.
Bu sebeple
insan sanal alem veya bol seçenekli ve günün-ömrün çoğu kısmını alıp geri
vermeyen sosyal medya alemine onu kolay kolay bırakmayacak sağlam bir aile,
arkadaş bağı-bahçesinde karşılıklı sevgi ve şefkat içinde yaşamayı öne, hep öne
almalı. Kıyası bile lüzumsuz. Ekrana değil yüze bakmalı, mesaj yazma değil söz
söylemeli. Hatta edip eylemeli. Yaşamak yazılmaz, yaşanır. Yaşayacaklarını veya
hayallerini defalarca yazıp, listeleyip durmamalı. Gerçekleştirmeli. Hayatı düş
te kırılır diş te gerçekliğinde yaşamalı.
Yaşamak
gibisi yoksa ki yok!