Sen çok kitap okudun da ne oldu?
Bu yazıyı en çok ta kitaplı toplumların kitaplarını sadece okumakla değil, okuduklarından bir şeyler, her şey üretme sorumluluğunu ihmal etmeleriyle alakalı üzüntümle de kaleme alıyorum. Okumayı başlı başına yeterli eylem sanmaları ve sadece, sadece okumakla yetinmeleri ne ilginç bir çelişki!... Okumanın amacı neydi pekâlâ? Anlamak ve her şeyi; bilimi, tekniği, felsefeyi, sanatı, sinemayı o anlayışın zenginliğiyle üretmek, üretmek değil miydi? “Senin burnunu kıstırıp dünyayı unuttuğun, okuduğun-okuduğun-okuduğundan biz ne anladık peki?” diyen dünyaya…
Okumak eyleminin yankısında kitap
var. Ve bizdeki kitap anlayışının “Anlam telkin eden her şey” olmasıyla beraber
neredeyse kitap olmayan, okunmayacak olan hiçbir şey kalmamış oluyor,
biliyorsunuz. Her şey okunası bir alakayı celp ediyor. Her şey bir anlam
taşıyor ve sorumluluk saklıyor. Bu kapsamlı, yorucu ve harika bakış açısının
özelinde kitap kelimesinin ilk somut anlamı alıp götürdüğü de malum. Fakat
okumanın yerini temaşadan, müşahededen, anlam arayışçı bakıştan, gözlemden,
merak ve araştırmadan başlamış da olsak seyretmenin ve nihayet izlemenin, hatta
ekrana gözlerimizi yapıştırmış olmanın aldığını ve artık açık tabiat ve kitap
sayfalarının yerini sadece ekranların aldığını, gökyüzünün, tabiatın ya da
kitap yapraklarının daha geri planda kaldığını da görüyoruz.
Bu anlamda seyirlikler içinde sinema
dünyasını "ikra"/bilinçli okumalar kapsamına aldık bile... Belki de
daha sağlıklı sinema üretimine alt yapı hazırlamada kendi katkımızı sunmak için
iyi bir adımdır da…
Bir seyirde iken; seçilmiş bir filmi sakin bir
şekilde ağır ağır kendi sükunetinde akan bir nehrin kıyısından geçer gibi
izleyebiliriz. Hayatı ve başka hayatları da öylece izlemek ve film seyrini
başlı başına büyük bilgiler verecek bir okula dönüştürmeden, -umarım ve o
filmin üretim kalitesi oranında- bir sanata tanıklık yapıyor olmanın da tadına
vararak, en önemlisi de ibret-ders-hikmet arayışını hırslı bir define arayışına
dönüştürmeden seyretmek iyi olacaktır.
Neden bunu söylüyorum?
Çünkü biz Kitap'lı bir geleneğe
sahibiz. Okumak, anlamak, araştırmak ve üretmek yaşamımızın farzı, olmazsa
olmazı. Her seyre, her izlemeye "Bu yaptığım beni bir kitap sayfasından
yani yapmam gereken bir başka önemli şeyden ayırıyor mu?" gibi bir endişe
ile de bakıyoruz.
Okumak seyri alem etmekti, evet. Fakat tabii
seyirlerin berisinde, film "milm" seyretmek de okumak olalı epey
zaman geçti. Biz filmi de diziyi de basit ya da iyi hazırlanmış bir yeni medya
içeriğini de okuyoruz; bildiğiniz. Fakat hep bir şey izlerken alnımızdan aynı
üst yazı geçiyor. Yalnızca bizim okuduğumuz. "Okunmayan kitaplar
listesi..."
"Şu kitabı da henüz okuyamadım..."
baskısı öldürülebilecek bir canlıya dönüşüyor zaman zaman diyecek oluyor
musunuz siz de? Şahsen bundan vazgeçiyorum sonra. Sebeplerim geçerli! Bir zaman
"Oku!" diye sıkıştıran/ baskılayanın en kıymetli melek Cebrail in
-tam ifade etmede çekimser kalacağım ve belki anlayanlara fısıldayacağım- bir
uzantısı olabileceği, bize ivme kazandıran bir tatlı baskı olabileceğini
hatırlayarak... Şunu kabul etmek lazım. Film izleyen her bilinçli mümini rahat
bırakmayan, sıkıştıran bir “okuma meleği” var.
Fakat şahsen okuma yorgunuyum ve
çok yoruldum ve ben de "Mâ ene bi gâriin!"/ében okuma bilmem.” demek
istiyorum. Bunu dost peygamber(as) ile paylaşmak ve gülümseyişini görmek
isterdim.
Son kertede Kitabı’n kıssalarını ve
bütün meşhur ayetlerini çok yüzeysel ve çat diye kendine senaryo ve diyalog
edinmiş Kübra dizisinden sonra herkes biraz daha bizi anlar sanıyorum. Umarım
bu tarz çıkışları göre göre öz kaynaklarından yeni şeyler çıkarmaktaki
korkaklıklarını aşar Müslümanlar. Bu tarz kaynaklara yabancı oldukları için
çıkış gibi görünen çalışmalardan sonra birileri "Kitap elden
gidiyor!" diye Taksim'de yürüsem mi ne yapsam? diye düşünmüyor mudur
acaba? Demekten kendimi alamıyorum. Fakat dememiş olayım. Çünkü o kadar bağır
çağır cazgırlıklara rağmen ne laiklik ne din elden gitmediğine göre... Belki
gönülden gittim... Tamam. Sustu kalem. Yazı bitti.