Sembolik hayatlar
İnsanların farklı dünya görüşü ve felsefi düşüncelere sahip olması bir sosyolojik gerçekliktir. Her dünya görüşü, evrene farklı bir perspektiften bakar; dünya ve insanlarla bu minvalde ilişki kurar.
Hatta idealize ettiği insan ve dünyayı kendisine
yakınsılaştırmak için mücadele eder. Bu mücadelesi açık ve örtük biçimde diğer
insanların da kendisi gibi düşünmesi ve yaşaması isteğini de barındırmaktadır.
Dolayısıyla insan bir başka açıdan dünyayı homojenleştirmeye çalışır. Kişi
kendi yaşam biçimi, kıyafeti ve davranışlarını “doğru” diye düşündüğü için
sahiplenir ve sürdürür.
Yaşam tarzı, dünya görüşü, dini ve felsefi
düşüncesini bazı sembollerle ifade eder ve yaşatır. Semboller insan hayatında
kapsamlı dünya görüşü ve düşünceyi kapsamlı bir şekilde ve kısaca beyan eden
anlam çerçevesine sahiptir. Öyle ki, bir müddet sonra insanlar sadece semboller
üzerinden kendilerini beyan etmeye başlarlar. Böylece bir semboller yarışı ve
çatışması baş gösterebilir.
Türkiye batılılaşma/modernleşme süreci çerçevesinde
farklı yaşam tarzlarının belirginleştiği bir ülkedir. Batılılaşmacı/seküler şeklinde
adlandırılan insanlar ile muhafazakar/dindar şeklinde vasıflanan insanlar belki
kaba bir şekilde toplumda üzerinde konuşulan iki kategori olarak görünmektedir.
Medyanın çok farklı araçlarına bakıldığında bu iki
kategorinin birbirleriyle semboller üzerinden tartıştığını görmekteyiz. Bu
bazen kişiler bazen da nesne ve olaylar üzerinden gerçekleşmektedir. Hatta
ülkenin farklı dönemleri ve siyasetçileri de bu bağlamda sembolleştirilmiş
görünmektedir.
Bu iki kategori tartışması da şöyle bir mentalite
ile sürdürülmektedir. Birisi, diğerinin olumsuz bir icraatını hatırlattığında,
“ancak siz de şöyle yaptınız” diyerek diğerinin eksiklikleri gündeme
getirilmektedir. Fakat sonuçta bakıldığında her iki kategorinin olumsuzlukları
bakıye olarak kalmaktadır. Diğer yandan semboller her bir tartışmada öne
çıkarılırken, bir noktadan sonra sembollerin arkasındaki çok geniş anlam
dünyası içeriğini kaybederek tamamen niceliksel bir yarış ve gücün temellükü
gündeme gelmektedir.
Fakat burada özellikle dile getirmemiz gereken
nokta; toplumun bir millet olma iradesi göstermeden, içeriksiz yarış ve
çatışmalara girmesinin esas sorunları görünmez kıldığıdır. Dolayısıyla bu tür
semboller üzerinden yapılan tartışmalar, son kertede geçici bir rahatlama ve
galibiyet hissi sağlasa da, günün sonunda herkes kendi gerçekliğine geri
dönmektedir.
Türkiye’nin son yetmiş senesinde uygulanan ekonomi
politik ve yaşanan sorunlar dikkat edilirse hep aynıdır. Bu süre içerisinde
farklı görüşten iktidarlar siyaset etseler de, neticede ekonomik açıdan cari
açık temel problemimizi oluşturmaktadır. Bu en basit haliyle gelir ve gider
dengesini sağlayamama, ürettiğinden fazla tüketme; dolayısıyla borçlanma demeye
gelmektedir. Bu sorun semboller yarışıyla çözülemez.
Küresel bir dünyanın işlerlikleri çerçevesinde
elbette dünya ile ilişkilerin koparılması düşünülemez. Ancak küresel
ilişkilerde tüketim ve borçlanma üzerinden küresel aktörlerin lehine bir sömürü
işlemeye devam etmektedir. Oldukça rafine hale gelmiş bu sömürü kuşatmasının
içinde nasıl çıkılacağı en temel problemlerimizden birisisidir. Daha da kötüsü
sömürünün “medeniyet” gibi büyülü kavramlar üzerinden zihinsel meşruiyet
kazanmasıdır. Zihinsel kuşatılmışlık ise insanların tüm dünyada sömürüldüğünün
farkındalığını da bitirmektedir.
Aynı şeyleri tekrar ederek farklı sonuçların
alınamayacağını bilmekteyiz. Millet olma iradesini göstermeden küreselleşmenin
sunduğu büyülü gelecek sürekli bir hayal kırıklığı ve yarım yamalak hayatlar
üretmektedir. Dolayısıyla hayat da içeriğini kaybetmiş sembollere dönüşmüş gibi
durmaktadır.