Sekülerleşme nedir?
Sekülerleşme konusu, gerek ihtiva ettiği anlamlar gerekse çok farklı coğrafyalardaki sekülerleşme tecrübeleri üzerinden istiap haddinin çok üzerinde tartışmaları muhtevi olmuştur. Bu makalede, “Türkiye sekülerleşti mi?” sorusuna cevap vermeden önce sekülerlik kavramının içeriklerini netleştirmek istiyorum. Evvelâ; laiklik ile sekülerliği birbirinden ayırdığımı; burada sadece toplumsal anlamda dinin etki düzeyi bağlamında sekülerleşmeyi ele aldığımı belirtmek isterim.
Charles Taylor üç sekülerlik kipinin de dine gönderme yaptığını belirtir ki bunlardan ilki, kamusal alanda etkisi azalan bir şey olarak, gerileyen ya da gerilemeyen bir inanç ya da pratik olarak, bu çağda incelenmekte olan belirli bir inanç veya bağlılık türü olarak. Fakat daha ileride sekülerliği içinde azizlerin, büyünün de olduğu sihirli bir dünyadan çıkışla ilintisini kurarak tanımlamaktadır. (Taylor, 2014; 20 vd.) Dolayısıyla en başta büyülü bir dünya ve din gibi iki ayrı referansa bağlı tanımıyla sekülerlik konusunda bir ayrım yaşanmaktadır.
Kimileri sekülerliği dinin öneminde azalmaya ya da genel olarak dinin irtifa kaybetmesine referansla değil, doğaüstünün, sihirli dünyanın hakim olduğu bir anlayıştan uzaklaşmayla ilintilendirme eğilimindedirler. Bu aslında modernleşme sürecine bir geçişi ifade etmektedir ki, sekülerleşmenin modernlikle birlikte konuşulması bu sebepledir. Doğrusu ben sekülerleşmenin doğaüstü ve metafiziğin belirleyici olduğu bir anlayıştan kopuşla ilintilerini inkar ediyor değilim. Ancak tamamen bu minvalde izah edilmesini de yetersiz bulmaktayım.
Bilindiği üzere dünya pre-modern dönemde metafizik unsurlar, doğaüstünün hakim olduğu bir anlayış ve zihniyet içindeydi. Böyle bir dünya, Tanrı’nın yanında kutsal güçler, azizler (evliyalar) ile açıklanmakta idi ve bu anlamda bir sihir taşıyordu. Fakat modernlik getirdiği bilgi ve bilim anlayışı ile dünyayı açıklayabileceğini varsayıyordu. Zira bilgi ve bilim ile insan tarafından açıklanamadıkça, kutsal güçler ve metafizik bir açıklama olarak devreye giriyorlardı. Batı’da gelişen bu anlayışın genel anlamda bir sekülerleşmeyi sağladığına kuşku yok. Fakat bu anlayışın Batı’nın siyasi ve kültürel tarihinde taşıdığı izler ayıklandığında ve bizim dünyamıza gelindiğinde bazı sorular sormamız kaçınılmaz hale geliyor.
Meselâ; bu durumda evliya türbelerini ziyaret edenler sekülerlikten uzaklaşmış mı oluyorlar? Kaldı ki, günümüzde Elwis Presley gibi dini bir hüviyeti olmayan kişiler bile “seküler aziz”ler olarak işlem görüyorlar. Yine Postmodernlik mistikliği hayata yeniden çağırırken, seküler bir perspektiften uzaklaşmış mı oluyor? Öte yandan dünyanın bir şekilde makul açıklamasını yapmaya çalışan bilim adamları tamamen seküler mi oluyor? İnsan hayatının muğlaklıklarını giderme, hastalıklardan mühendisliklere kadar bilinmeyenlere yeni açıklamalar getirmeye çalışmak (dolayısıyla büyüyü gidermek) sekülerlik midir?
Bu bağlamda, sekülerliğin doğaüstünün etkisinin kaybettiği bir dünya anlayışı yanında, Tanrı-insan ve din-insan ilişkileri bağlamında açıklanmasını gerekli bulmaktayım. Önce değillemelerden gidelim. Kişinin dini pratiklerindeki azalma sekülerleşmeyle bağlantılı olmakla birlikte sekülerleşmenin net göstergesi değildir. Hatta sekülerleşme bol ibadetli bir dini yaşamla da mümkündür. Bir kişinin zenginleşmesi, sekülerleşmenin göstergesi değildir. İçinde yaşadığımız dünyanın açıklanabilirliği, hayatın ve dünyanın muğlaklığından kurtulmak üzere bilgiye başvurmanın da sekülerleşme ile bir ilgisi yoktur. Kentleşme başlıbaşına sekülerleşme sebebi değildir. Fakat bunların her birinin sekülerleşme ile etkileşimleri tartışılabilir. Devamı bir sonraki yazıda inşaallah.