Şehrin Yitiminde "Kent"in Dili
Tasarımın esin kaynağı malzemedir. Mevcut maddi verilerin değeri, hesaplamalar, kritikler ve birikim… Birikim hem maddi hem manevidir. Manevi kuvveden nasiplenmişse başka, dünyevi/fani mevcuttan beslenmişse başka türlü yaklaşımlara gebedir. Birikim malzemeyle birleşip ortaya konacak yeni şeyin niçin’ine faydalı bir cevap bulununca, ihtiyaç duyulan fikri çağırmak için zemin hazırdır.
Nasıl ki fikir, tasarımın/imalin ana malzemesiyse tasarım da idamenin ana malzemesidir. Hayatımızın her adımında tasarımla karşı karşıyayız. Temel ihtiyaçlarımızın maddesel karşılığı tasarım ve ondan çoğalanlardır. Kaşıktan eve, tekerlekten yol ağlarına, elektrik telinden şantiyelere, sokaktan memlekete, zerreden kürreye ve kürreden zerreye her şey…
Kendini ve bütünü kuşatan ilahî tasarımdan ilham alan insan, sanayileşmeden bu yana büyük ölçüde hem konfor arzusunu hem de ihtişam tutkusunu besleyen bir tasarım yolu izliyor. Ve bu gidişat her geçen gün hızlanarak ilahî tasarımı yıpratıyor ve manevi birikimi tüketiyor.
Bizden önceki nesillerin “şimdi”den şikâyeti vardır hep. Bizler de yaş aldıkça “şimdi”den şikâyetçi buluyoruz kendimizi. Geçmiş yüzyıllardan elimize ulaşan hatıralar, hiciv sanatı veya kayda alınmış tanıklıklar bu durumun en baştan bu yana bütün insanlığa eşlik ettiğini düşündürüyor. Her nesli, kendinden sonrakiler hakkında hep bir yozlaşmamadan, bozulmadan şikâyet ederken buluyoruz. Bu şikâyettin bir alışkanlık değil, maddenin doğasıyla da ilişkilendirilebilen bir bozulma ve azalma eğiliminden doğan bir refleks olduğunu, dünyanın akışından anlamak mümkün. Maddi dünyanız bozuldukça bundan manevi haller de etkileniyor ve bu yüzden ikisi bir arada devam ediyor.
İnsanın, hayatın tadını daha fazla çıkarmak için maddecilikte aşırıya kaçmış tasarımlar yüzünden ilahî düzeni ve dengeyi bozmasıyla asliyetinden uzaklaşması aykırılığı, modern zamanlarla birlikte şehirlerin kentleştirilmesine benziyor. Bir arada kuvvet bulup birliği yaşamaktan yola çıkan ve ortak değer birikimini yansıtan şehir kimliğini kıylükal eyleyip; karşısına gökdelen ve kulelerden müteşekkil devasa beton heykeller dizen kentleşme ısrarına… İncenin kalınla, güzelin çirkinle, iyinin kötüyle karışması, bu karışımın duyuları körleştirmesi, elde edilen katı kıvamın keşmekeşli moda sosuyla sulandırılması, malzeme olma tabiatından uzaklaşmış, işlevi sona erdiğinde yeniden tasarlanamaz bir manzara bırakıyor geriye. Zira modern zamanların üretimi ve geri dönüşüm yollarını kapayan emrivakileri, öz kimliğinizi bulamadığınız, şahsiyetinizle var olamadığınız kentler vadediyor.
Kentler yaşamaya talip herkese yeni bir kimlik veriyor. Buna “kent kimliği” deniyor. Ortak paydada buluşanların kendilerine yeni ortak değerler belirlemesi anlamına geliyor. Eğer ortak paydada buluşanlar insanilikten küçük sapmalarla ayrılarak yola çıkmışsa, bu sapmaların bir aradalığı devasa yanlışların kabul gördüğü, nüfusu milyonlarla ifade edilen alanlar açıyor. Bu alanlarda genişleyen hata payları, “kimlik” şemsiyesiyle tabiiliğin sert etkilerinden korunuyor. Sert çelik ve betonun ortaklığından yükselen kimyasal atıklı sisten payınıza düşeni alıyorsunuz. Zamanın nefesinde, nabzın attığı yerdeyseniz, oradan devam ettirilmiş ve sürati kontrolünden çıkmış koşturmacadan kaçamıyorsunuz.
Yerli şehir anlayışının temelinde, hem mana hem de tecrübî bakımdan Medine örnekliği vardır. Asr-ı Saadet döneminde Medine’de döşenen medeniyet taşlarının işaretiyle, insanı ve onun yaradılışını merkeze alan, tekâmül vaat eden, asliyetine yaklaştıran, ilahî düsturdan yola çıkan, ideal terkibe kavuşmayı sağlayan tasarımlarla donanmış şehirler kuruldu. Kudüs, Semerkant, Şam, Halep, Üsküp, Saraybosna, Mekke, Medine ve İstanbul, ilmin taşıyıcılığını da üstlenerek ideal terkibe ulaşmak için tasarlanmış ve medeniyet birikiminin aynası olmuş başlıca şehirlerdi. Bugün kentleşmenin, savaş ve işgale yaklaştıran etkiler meydana getirdiğini, şehirlerin şehir olma gayesinden uzaklaştığından ve medeniyet işaretlerini azalmaya devam edişinden anlamak mümkün.
“Medine bir şehir olmaktan daha fazlasını ifade eder. Bir medeniyeti bağrında besleyip yeşerttiği, ona biçim ve mana verdiği için ‘Medine’dir; yani bir kent değil...” diyor Akif Emre. Modern dünya imali kent’in dünyanın hiçbir yerinde “şehir” anlayışıyla karşılık bulmadığı, son dönemde yapılan kent incelemelerinden de anlaşılabilir.
Birbirinden türemiş gibi görünen, insanlığı en küçük parçalara ayıran, tekilliği teşvik eden ünitelerin birleşmesiyle şekil alan kent sistemi, elbette en önce iletişime dolayısıyla dil’e müdahale ediyor. Bu değişim kent kimliğinin önemli bir yansıması. Artan dijital mekanizmalar yüzünden küreselleşmesi hızlanan dünyanın ortalama bir parçası olmak için milli ve yerli şahsiyetini büyük ölçüde yitirmiş bir dil dayatıyor. Az kelimeli, İngilizceci, internetçi, bol ünlemli bir dil bu… İşitmekten çok bakmaya, söylemekten çok gösteriye zaman ayıran, mecburi ihtiyacı karşılayacak kadar kelimeyle sınırlı, Batı dillerine ve eğlence kültürüne endeksli bir dil. Kentin gri karmasında dik başlı durmayan, yavaşlatmaya karşı, geliştirilmekten uzakta bir “kullanışlılık” vadeden, az köşeli bol “emojili” bir dil…
Osmanlı’da Türkçenin başkenti İstanbul’du. Türkçenin İstanbul’la bütünleşen biçim alma ve zenginleşme eğiliminin, kentleşme süreciyle kayba uğraması elbette bir rastlantı değil. Şehirliliğin merkezî noktalarındaki külliye unsurlarının yıkılışı, medrese ve dergâh gibi ilmî sınıfı besleyen sistemlerin sona ermesi ve açılan geniş alanlara kentleşmenin en önemli temsili olan bulvarların kondurulmasıyla gerçekleşen “imar devrimi” nasıl ki şehrin kimliğini zedeleyip medeniyet birikimini heba etmişse; hem şekil hem de içerik açısından iki farklı aşamada gerçekleşen devrimle ve medeniyet karakteristiğini taşıyan kelime yasaklarıyla dilimiz de aynı ölçüde geriletilmiş ve kentleşmenin getirdiği dayatmalardan payını almış.
Dünyada tek tip dil refleksini de besleyen en önemli mekânların kentler olması, sözlü ve yazılı medeniyet unsurlarını yıpratmaya muktedir ve öncelikli merkez konumunda.
Dilimizi yıpratan tespitler üzerinde durmak, farklı ortamlarda konuşmak ve üzerine fikir yürütmek, kent cazibesini ve dil dönüşümünü frenlemeye katkı sağlıyor mu? Aslında işin burasında frenlerin güvenli olmadığını söylemek yerinde olur. Zira kavramlar konusunda tabandan tavana yeterince bilinçlenmemiş, mazisi ile arasına birkaç nesil süresince kopukluk olduğunu göz önünde bulundurursak, topluma yayılan bir çözüm üretme zorluğunun farkına varabiliriz. Neden kent yerine şehri tercih etmemiz gerektiğini izah etmemiz mümkün olursa, öyle sanıyorum ki iletişim dilinin de İngilizceci ve internetçi yaklaşımdan ve farklı baskılardan neden azat edilmesi gerektiği de anlaşılabilir. Çünkü bir değerin neden değerli olduğunun izahı yapılmamışsa, biçilen değer de karşılık bulamıyor. Bunun için kuşkusuz özel bir eğitim çabası gerekiyor.
Söz buraya varmışken Türkçenin asliyetinden uzaklaştırılmasını “yıkmak” olarak tanımlayan Nihad Sami Banarlı’nın ikazı ile bitirelim:
“Cehalet, geleceği düşünmez ki.”