Şehrin İçinden Geçmek
Daha önce
“Şehrin Aynası” adlı yazımızda epey bir iltifat gördüydük. "Marifet
iltifata tabidir, sermayesiz metâ zayidir.” Sözünü hatıra getirmemek elde
değil.
Şehrin
önünden geçen insanlardan bahsetmiştik. Şimdi de şehrin içine giren insanlardan
bahsedelim. Şehrin aynasından kendilerine nasıl baktıklarından…
Klasik
zamanlarda şehirlerimizin bir aynası vardı. Bu ayna, güzelliğin, estetiğin
aksedişiydi. Şehrin aynasından geçen insanlar, hem dünyalarını hem de şehirlerini
güzel tutmak için çaba harcarlardı. Şehrin aynası, kimine göre müşahhas olsa da
o şehirdeki velilerin nazarı, estetik tavır ve duruşları, insanları hayrette
bırakacak düşünceleri, belağat ve fesahatı bu aynanın temelini oluşturmaktaydı.
Velilerin
oturduğu mekânlar da bu aynanın bir parçasıydı. Devlet adamlarının oturduğu
köşkler ve saraylar da. Şehri var eden evler, hamamlar, konaklar, camiiler,
sokaklar, kaldırımlar ve çeşmeler bu aynanın diğer unsurlarıydı. Çarşılar,
esnaf ve arasta… Dahası, içinde nehir geçen şehirlerdeki su değirmenleri
(âsiyab), yel değirmenleri de bu aynanın bir parçasıydı.
Şehrin
içinden geçen şairler de o şehrin aynasından kendi nasiplerine düşeni
alıyorlardı. O şehrin büyüleyici atmosferi arasında kaybolur, oradaki mimarî
güzelliklere gark olur. Şehirdeki aynanın tam ortasında durur. Şairin şehir
içerisine girmesi ve çıkması aynı olmaz. Başka başka aynalarda görür kendini.
Asaf Halet Çelebi’nin “ayna ayna içinde”
metaforu burada da geçerli.
Şair Osman
Nevres, 18. Asrın Osmanlı şairlerindendir. Bir gün içinden nehir akan bir şehre
varmış. Orada bir su değirmeninin kenarında konaklamış. Belli ki bu su
değirmeni kenarında çokça durmuş ve değirmenin çalışma şeklini, oradaki
muamelatı gözlemlemiş. Değirmen, yüksek bir şelale gibi yerden akan ya da bir
varil genişliğinde sağlam ağaç tahtalarından bükülen saçlardan yapılan bir
buçuk kulaçlık genişliğinde bir borudan dolaba dökülen su ile çalışır. Bu su
dolaba gürül gürül akmazsa değirmen taşı dönmezmiş.
Şair, bu şehrin
aynasından geçmiş ve orada kendini görmüş. Günün birinde bir nasihat verecek
olmuş. Hemen o şehrin aynasında yansıyanlar hatırına gelmiş. Şöyle bir şiir
yazmış.
Önün ardın
gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle
Öğütme
ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ
(Sözün)
önünü ardını gözet, ince düşün, onda bir(ini) söyle.
Değirmen
gibi ağzına her ne gelirse hemen öğütme!)
Şiire
gelelim. Neden onda bir? Neden önün ardın gözet? Neden ağzına her geleni
öğütme? Eski zamanlarda işletmeler kolay kolay açılmazdı. İnsanlar zamanında
alışverişin parayla yapılmadığı veyahut da çok az yapıldığı bu dönemlerde
değirmenci, öğüttüğü buğdayın onda birini mal sahibinden alırdı. Buğday
tanelerini ayıklamak, öğütmek, elemek ve un halinde satışa çıkarmak hep
değirmencinin göreviydi.
Buğdayı
öğütme meselesi önemliydi değirmenci için. Köylüler, buğdayın taşını, talaşını
ayırmadan getirirlerdi. Değirmenci de bunları buğdaydan ayırmak zorundaydı.
Bunu yaparken köylünün karakaş gözüne olan hayranlığından değildi elbet. Bu
taşlar ve yabancı cisimler değirmen taşına zarar verdiği içindi. Eğer değirmen
taşı zarar görürse vay değirmencinin haline. Cızırtılar başlar ve taş yamuk
yumuk giderdi. Bu sefer tamir için taş yerinden çıkarılırdı.
Bizim burada
yapmaya çalıştığımız ise, güneşi yansıtan bu aynalara ikinci bir ayna tutmak. O
aynaların ışığını farklı cihetlere, farklı açılardan bir nebze de olsa
yöneltmeye çalışmak. Bir bakıma, Âsaf Halet’in “ayna ayna içinde” dediği
durum...
İşte, şehrin aynasından şairin gönlüne yansıyan bir manzara. Bu ayna sırlı mı, sihirli mi? Şimdi kaçımız şehrin aynasından kendimize bakıyoruz. Ya da kaçımız “Ayna ayna! Söyle bana…” diyoruz.