Şehirlerimizin Hatırasına Saygı Gösterelim
Zamanın
önünde oradan oraya savrulup, seneleri birbirine eklerken, her köşesinde
kendimden bir parça bıraktığım şehir, giderek farklılaşıyor, yabancılaşıyor ve
ben şehri tanımakta zorlanıyorum. Günden güne değişen yüzler, sathî ifadeler ve
öylesine yürüyen ilişkiler... Ne acılar paylaşılıyor gerektiği gibi ne de
sevinçler... Bu gidişten, bu kayboluştan mustarip olanlardan biri de alanında
haklı bir üne sahip sosyoloji Profesörü Nilüfer Göle... İşte onun bu konudaki
cümleleri:
“O
kadar şey yitirildi ki... Hakikaten neyi muhafaza edeceğiz, hatta daha ötesi
muhafaza edilebilecek ne kaldı? Dini bilgi, geleneksel değerler, yaşam
biçimleri, âdap ve erdem yitirildi; ama herkes yitirdi. Müslümanlar da dahil.
(...) Hâlbuki para ile bayağılaşmanın hüküm sürdüğü Türkiye’de, biraz daha
Müslümanlığın getirdiği tevazu, göze batmama durumlarını insan arıyor.” (Vatan Gazetesi, 1
Ekim 2003)
Yitirme
ve yitirilme, unutmak ve unutulmak o kadar ucuzladı ki; yapılan birçok hareket
yasak savma babından... Hayata anlam kazandıran değerlerin ve hayatı
anlamlandıran kişilerin giderek azaldığı ve önemsenmediği bir dünya... Böyle
bir dünya acaba ne kadar yaşanmaya değerdir? Zaten; “Yaşadıklarımdan
öğrendiğim bir şey var” diyerek, yaşadıklarını anlamlandırmaya, böyle bir
ağırlığı sırtlamaya çalışmak hem neyi niçin yaşadığının ve hem de hayatın
farkına varmak değil midir?
Çocukluğumda
yapılışını öylesine hatırladığım otelin önünde duruyorum. Karanlığın çöküşü
sebebiyle tam olarak seçemesem de altındaki kahvede oturanların tipleri,
geçmiştekileri andırıyor ve onları, kuzey ilçelerinden gelenlere benzetiyorum.
Bir çay içimi oturduğum kahvede aklıma, yine bir güz günü dostlarla buradaki
oturuşumuz geliyor. Tavşan kanı çayları içerken, bir dostun çektiği fotoğraf
karesi adeta zamanı donduruyor. Tıpkı şu mısralarda anlatıldığı gibi: “...Pırıl
pırıl bir akşam saati / Çay baş köşede misafir / Vakit bilinmez şeylerden bir
lezzet vakti” (Mustafa
Miyasoğlu, “Sevda Şiirleri” adlı şiirden…)
Yine
bu yakınlarda, hüzne takıldığımız bir akşam, nasıl olmuştuysa, yolumuz buralara
düşmüştü. Yangınımızı şiirlere gömmüş, göğsümüzde biriken yakıcı havayı, efil
efil esen rüzgâra üfürmüş ve sonunda da yine hatıralara dönmüştük. Gelenin
geçtiği, konanın göçtüğü bu dünyada, insandan geriye ne kalır ki zaten
hatıralardan başka? Batılı bir yazarın da dediği gibi, “Hatırasına saygı
gösterildi mi, yitirilmiş insan yaşayan insandan daha çok aramızdadır.”
Bilmem sizin için de öyle mi?
Belli
dönemlerde ve belli zamanlarda bazı milletler ya da devletler eliyle medeniyeti
yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda, görünen
o ki, yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve medeniyet savunucularıyla
medeniyet düşmanları arasında yeniden bir savaş başlıyor. Ama sonucu hemen
tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süredir devam eden ve daha sürecek
olan bir savaş hem de... Kimileri; bu savaşın dünyaya ve insana verdiği zarar
üzerine daha derinden kafa yorup, kalbi ellerinde bir gelecek öngörüsü yapmanın
ağırlığı altında ezilmekte olanlardır. Kimileri ise; bu yıkımdan, bu vurgundan
faydalanma ihtirası içinde yanıp kavrulan ve hedeflerine sadece kendilerini
koyanlardır. Asıl canı yananlar ise; her zaman olduğu gibi, arada kalanlardır
elbette…
Demek ki şehirlerimizi eskilikleriyle,
güzellikleriyle, her bir taşına sinmiş huzuru, insanlığı ve estetiğiyle
yaşatmak için sevmeli ve sahip çıkmalıyız. Sırlarıyla
ilgilenilmeyen ve ruhunda gizlediği muammaları çözmek için uğraşılmayan
şehirler; şehir olmaktan çıkar, birer beton yığınına dönüşürler. Ve bu
şehirler; isimleriyle yaşasalar da artık o eski şehirlerden çok uzaktadırlar.
Çünkü bahsettiğimiz şehir ya yıkılmıştır ya da bakmasını, görmesini bilmeyen
gözlerden kendisini gizlemiştir. Bu tür şehirlerin hoyratça,
kabaca kullanıldığını, böylece hırpalanıp zamanın harcamasına terk edildiğini
söyleyebiliriz. Behçet Necatigil’in dediği gibi: "Ne hoyrat
kullanmışlar /Sevincin sesi çıkmıyor."
Ve
biz; her nereye gidersek gidelim, ruhumuza kenetlenmiş şehrin takibinden ve
hissiyatımıza duyurduklarından kurtulamayız. Mağlubiyetimizle, acımızla,
hırsımızla, ihtirasımızla iç içe geçmiş duyguların ve yıllar yılı yaşadığımız
olayların etkisinden sıyrılıp, tamamen boşalmış bir zihinle yeni zamanlara ve
yeni âlemlere adım atamayız. Çünkü bütün bunlar; geçmişimizde saklıdır ve o
geçmişte hayatımızın içine sırlanmış olan o eski şehirdir.
Öyleyse
şehri paylaşanlar ve onun
geçmişten gelen güzelliklerini, gâh seyredip, gâh içinde yaşayanlar; şehre
karşı vefalı olmalılar. Bin bir emek sonunda oluşturulmuş ve nice zorluklara,
nice acılara direnilerek meydana getirilmiş şehirlerimizi elimizden geldiği
kadar iyi korumalı ve atalarımızdan devraldığımız paha biçilmez bu kültürel
mirası; gerektiği şekilde gelecek kuşaklara devretmeliyiz.
Ve
şair; yıllardır içinde taşıdığı, kimseyle paylaşmaya cesaret edemediği bir
sevda eşliğinde şehrin sokaklarında dolaşır ve yıllarca içinde biriktirdiği
acıyı, sitemi, endişeyi, vefasızlığı mısralara döker. Bir gün ondan uzak
düşme ihtimalinin zihnini alttan alta kemirdiği, bu sıkıntının yüreğini kasıp
kavurduğu dert eşliğinde söyler şiirini… “Ey Şehir” diyerek seslenir;
doğduğu günden bugüne yaşadığı,
sokaklarında koştuğu, mahallelerinde, caddelerinde dolaşıp, yazdıklarına konu
ettiği yere…
Her gün yeni baştan düşünüyorum seni
Çözmek için dünyanı gizlediğin kavganı
Gözlerimde yosun yeşili bekleyişler
Dağında ovanda sokağında arıyorum ben beni
Matemimi haykırdım karanlık gecelerinde gökyüzüne
Her şafakta yeni bir melâlle doldu içim
Gözlerimi gözlerine diktim
Bütün bir cihana seni anlatmaktı sevincim
Yürürken yollarında
Aşk ve hüzün yol gösterdi yalnızlığıma
Bir avare yürek gibi duyayım hissedeyim diye
Her gece acını kattım acılarıma
Ellerimde sabır sarmaşıkları
Yeni baştan kavrıyor yeniden büyütüyorum sevdanı
Mahmurluğunu eş ediyorum kendime ey şehir
Uyanışın gergefinde nakış nakış dokumak
Ve masumluğunu yeniden duymak için
Duayla beziyorum kar beyazı gecelerini (İsmail Bingöl)