Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.78
Gram Altın
2963.78
BIST 100
9847.93
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
15 Kasım 2024

​Şehirlerimizin Hatırasına Saygı Gösterelim

Zamanın önünde oradan oraya savrulup, seneleri birbirine eklerken, her köşesinde kendimden bir parça bıraktığım şehir, giderek farklılaşıyor, yabancılaşıyor ve ben şehri tanımakta zorlanıyorum. Günden güne değişen yüzler, sathî ifadeler ve öylesine yürüyen ilişkiler... Ne acılar paylaşılıyor gerektiği gibi ne de sevinçler... Bu gidişten, bu kayboluştan mustarip olanlardan biri de alanında haklı bir üne sahip sosyoloji Profesörü Nilüfer Göle... İşte onun bu konudaki cümleleri:

O kadar şey yitirildi ki... Hakikaten neyi muhafaza edeceğiz, hatta daha ötesi muhafaza edilebilecek ne kaldı? Dini bilgi, geleneksel değerler, yaşam biçimleri, âdap ve erdem yitirildi; ama herkes yitirdi. Müslümanlar da dahil. (...) Hâlbuki para ile bayağılaşmanın hüküm sürdüğü Türkiye’de, biraz daha Müslümanlığın getirdiği tevazu, göze batmama durumlarını insan arıyor.” (Vatan Gazetesi, 1 Ekim 2003)

Yitirme ve yitirilme, unutmak ve unutulmak o kadar ucuzladı ki; yapılan birçok hareket yasak savma babından... Hayata anlam kazandıran değerlerin ve hayatı anlamlandıran kişilerin giderek azaldığı ve önemsenmediği bir dünya... Böyle bir dünya acaba ne kadar yaşanmaya değerdir? Zaten; “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyerek, yaşadıklarını anlamlandırmaya, böyle bir ağırlığı sırtlamaya çalışmak hem neyi niçin yaşadığının ve hem de hayatın farkına varmak değil midir?

Çocukluğumda yapılışını öylesine hatırladığım otelin önünde duruyorum. Karanlığın çöküşü sebebiyle tam olarak seçemesem de altındaki kahvede oturanların tipleri, geçmiştekileri andırıyor ve onları, kuzey ilçelerinden gelenlere benzetiyorum. Bir çay içimi oturduğum kahvede aklıma, yine bir güz günü dostlarla buradaki oturuşumuz geliyor. Tavşan kanı çayları içerken, bir dostun çektiği fotoğraf karesi adeta zamanı donduruyor. Tıpkı şu mısralarda anlatıldığı gibi: “...Pırıl pırıl bir akşam saati / Çay baş köşede misafir / Vakit bilinmez şeylerden bir lezzet vakti” (Mustafa Miyasoğlu, “Sevda Şiirleri” adlı şiirden…)

Yine bu yakınlarda, hüzne takıldığımız bir akşam, nasıl olmuştuysa, yolumuz buralara düşmüştü. Yangınımızı şiirlere gömmüş, göğsümüzde biriken yakıcı havayı, efil efil esen rüzgâra üfürmüş ve sonunda da yine hatıralara dönmüştük. Gelenin geçtiği, konanın göçtüğü bu dünyada, insandan geriye ne kalır ki zaten hatıralardan başka? Batılı bir yazarın da dediği gibi, “Hatırasına saygı gösterildi mi, yitirilmiş insan yaşayan insandan daha çok aramızdadır.” Bilmem sizin için de öyle mi?

Belli dönemlerde ve belli zamanlarda bazı milletler ya da devletler eliyle medeniyeti yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda, görünen o ki, yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve medeniyet savunucularıyla medeniyet düşmanları arasında yeniden bir savaş başlıyor. Ama sonucu hemen tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süredir devam eden ve daha sürecek olan bir savaş hem de... Kimileri; bu savaşın dünyaya ve insana verdiği zarar üzerine daha derinden kafa yorup, kalbi ellerinde bir gelecek öngörüsü yapmanın ağırlığı altında ezilmekte olanlardır. Kimileri ise; bu yıkımdan, bu vurgundan faydalanma ihtirası içinde yanıp kavrulan ve hedeflerine sadece kendilerini koyanlardır. Asıl canı yananlar ise; her zaman olduğu gibi, arada kalanlardır elbette…

Demek ki şehirlerimizi eskilikleriyle, güzellikleriyle, her bir taşına sinmiş huzuru, insanlığı ve estetiğiyle yaşatmak için sevmeli ve sahip çıkmalıyız. Sırlarıyla ilgilenilmeyen ve ruhunda gizlediği muammaları çözmek için uğraşılmayan şehirler; şehir olmaktan çıkar, birer beton yığınına dönüşürler. Ve bu şehirler; isimleriyle yaşasalar da artık o eski şehirlerden çok uzaktadırlar. Çünkü bahsettiğimiz şehir ya yıkılmıştır ya da bakmasını, görmesini bilmeyen gözlerden kendisini gizlemiştir. Bu tür şehirlerin hoyratça, kabaca kullanıldığını, böylece hırpalanıp zamanın harcamasına terk edildiğini söyleyebiliriz. Behçet Necatigil’in dediği gibi: "Ne hoyrat kullanmışlar /Sevincin sesi çıkmıyor."

Ve biz; her nereye gidersek gidelim, ruhumuza kenetlenmiş şehrin takibinden ve hissiyatımıza duyurduklarından kurtulamayız. Mağlubiyetimizle, acımızla, hırsımızla, ihtirasımızla iç içe geçmiş duyguların ve yıllar yılı yaşadığımız olayların etkisinden sıyrılıp, tamamen boşalmış bir zihinle yeni zamanlara ve yeni âlemlere adım atamayız. Çünkü bütün bunlar; geçmişimizde saklıdır ve o geçmişte hayatımızın içine sırlanmış olan o eski şehirdir.

Öyleyse şehri paylaşanlar ve onun geçmişten gelen güzelliklerini, gâh seyredip, gâh içinde yaşayanlar; şehre karşı vefalı olmalılar. Bin bir emek sonunda oluşturulmuş ve nice zorluklara, nice acılara direnilerek meydana getirilmiş şehirlerimizi elimizden geldiği kadar iyi korumalı ve atalarımızdan devraldığımız paha biçilmez bu kültürel mirası; gerektiği şekilde gelecek kuşaklara devretmeliyiz.

Ve şair; yıllardır içinde taşıdığı, kimseyle paylaşmaya cesaret edemediği bir sevda eşliğinde şehrin sokaklarında dolaşır ve yıllarca içinde biriktirdiği acıyı, sitemi, endişeyi, vefasızlığı mısralara döker. Bir gün ondan uzak düşme ihtimalinin zihnini alttan alta kemirdiği, bu sıkıntının yüreğini kasıp kavurduğu dert eşliğinde söyler şiirini… “Ey Şehir” diyerek seslenir; doğduğu günden bugüne yaşadığı, sokaklarında koştuğu, mahallelerinde, caddelerinde dolaşıp, yazdıklarına konu ettiği yere…

Her gün yeni baştan düşünüyorum seni

Çözmek için dünyanı gizlediğin kavganı

Gözlerimde yosun yeşili bekleyişler

Dağında ovanda sokağında arıyorum ben beni

Matemimi haykırdım karanlık gecelerinde gökyüzüne

Her şafakta yeni bir melâlle doldu içim

Gözlerimi gözlerine diktim

Bütün bir cihana seni anlatmaktı sevincim

Yürürken yollarında

Aşk ve hüzün yol gösterdi yalnızlığıma

Bir avare yürek gibi duyayım hissedeyim diye

Her gece acını kattım acılarıma

Ellerimde sabır sarmaşıkları

Yeni baştan kavrıyor yeniden büyütüyorum sevdanı

Mahmurluğunu eş ediyorum kendime ey şehir

Uyanışın gergefinde nakış nakış dokumak

Ve masumluğunu yeniden duymak için

Duayla beziyorum kar beyazı gecelerini (İsmail Bingöl)