Şehirler Neleriyle Yaşarlar?
Şehirler, kasabalar, köyler; kısaca yerleşim birimleri neleri ile hatırlanır, hangi özellikleriyle ün yapar ya da gelecekte de anılmak gibi bir hususiyete sahip olurlar? Bu soruların bizce tek bir cevabı vardır: Tarihi eserleri ve yetiştirdikleri ya da yetişmesine katkıda bulundukları insanlarıyla...
Nereye giderseniz gidin, oradaki kısa süreli ikametinizde karşınıza çıkanlarla ettiğiniz sohbetlerde genelde bu tür yerlerin ve bu şahısların isimleri ön plana çıkar ve siz o şehri, o yöreyi temsil edenlerin neler ve kimler olduğunu az çok anlarsınız.
Yıllarca göz nuru akıtılarak meydana getirilen ince bir ruhun ürünü bu eserler ve çabanın, gayretin, çalışmanın, bilginin, görgünün, irfanın neticesi bu insanlar(Ki bunların, kimi esnaftandır, kimi eşraftan, kimi de ulemadan.) temsil ederler bu coğrafyayı...
Taşınamayacakları için eserleri bir yana bırakıp, sadece insanlardan söz edersek; şöyle diyebiliriz ki; bu kişiler nereye giderlerse gitsinler, her gittikleri yerde, sahip oldukları meziyetlerden dolayı mutlaka belli bir çevreye sahip olurlar ve etraflarında halelenen bir grup insan mutlaka bulurlar. Bu insanlar, daha önce bulundukları yerlerde temayüz ettikleri gibi, yeni yerleştikleri yerlerde de tanınır, sevilir, izzet ve itibar görürler o yerin sakinlerinden...
Çünkü onlar, kimliklerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Şehre, belli bir kültür donanımıyla, belli bir altyapıyla gelmişler, o şehrin zaten var olan kimliğine bir katkı sağlamış, kendilerinden bir özellik katmışlardır. Bunların bazıları da, eskilerin tabiriyle, çok hanedan, yani gelene geçene çok yedirip içiren, misafire hürmet gösterip, ikramda bulunandır. Böyleleri, şehre gelmeden önce de o çevredeki insanlar tarafından bilinir ki; falan yere gidildiğinde, orada filan kişi ya da kişiler vardır ve iâşe (besleme), ibâte (barındırma) konusunda her hangi bir problemle karşılaşılmayacaktır. Hele eskinin çetin ulaşım şartları içerisinde, bir menzilden bir menzile yetişmenin ne kadar meşakkatli olduğu düşünülürse, bu durumun önemi daha iyi takdir edilir.
Aslında yaşadıkları çevreyi bir anlamda temsil ettiklerini söyleyebileceğimiz kişilerin hal, tavır ve davranışları, bizim insanî ve İslâmî kimliğimiz hakkında da fikir vericidir. Bunlardan bazıları, belli bir eğitimden geçmemiş olmalarına rağmen, hal ve hareketlerinde, sohbet ve hitaplarında bir asaletin varlığı göze çarpar, bir irfan adamı olmanın emâreleri açıkça kendini gösterir. Onlarla ilgili hatıraların bir kaçını büyüklerimizden dinlediğimiz gibi, bazılarını da son zamanlarında bizzat tanıma fırsatını elde ettik.
Eskinin dünyasında, yerleşim yerlerini fahrî anlamda temsil salâhiyetini hâiz(ama çoğu zaman yönetim için de emniyet supabı vazifesi gören), etkileri kendilerinden kaynaklanan, “hal ehli, dil ehli, gönül ehli” bu kişilerin, mekânları dar olsa da yürekleri geniş, gönülleri engindi.
Çağın birden üstümüze abanan zor şartları içinde, ne bunları dönüştürebildik ve ne de yerlerine yenilerini koyabildik. Kimi, ötelere göçmeden önce, bu anlamdaki mirasını devredemedi, kimi de devralacak bir hayr-ül-halef bulamadı. Doğrusu şu ki, ihdâs ettiğimiz yeni mekânlar da bu duruma pek uygun, hatta hiç uygun değildi ve insanları birbirinden koparmak için yeni düzenler, yeni şekiller icat etmiştik evlerimizde...
Köydeki şehre göçtü, şehirdeki bir başka yere... Yerliyi de kaybettik, zaman içinde yerli olmaya çalışanı da... Böylece, o oraya, bu buraya derken, hemen her yerin övünç kaynağı olan bu kültürel zenginlikler karmakarışık olup gitti arada...
Devranı bu şekle döndürmenin, zamanı başka zamana çevirmenin daha kolay olduğunu, ama toplumsal dayanışmanın, maddî ve manevi kimliğimize uygun bir halde yaşamanın temel şartları olan o kültürel değerleri geri getirmenin çok zor, hatta imkansız olduğunu düşünemedik. Düşündüğümüz de ise büyük oranda iş işten geçmişti denebilir.
Şimdilerde ise bir dilemmanın (çıkmaz, zor bir durum) içinde olduğumuzu kimse inkâr edemez. Maddiyatı ve sarfiyatı, sevgisizliği, saygısızlığı, arsızlığı ve hayâsızlığı hayatımıza tamamen egemen kılmak isteyenler, bu konuda kendilerine yardımcı bulmakta artık müşkül çekmemektedirler. Karamsarlık kötü şey olsa da, temsil kabiliyetimizi ve temsilcilerimizi yitirmekle bir yere varamayacağımızı da görmezlikten gelemeyiz. Unutmayalım ki bu sarmal her geçen gün daha da büyüyor ve her geçen gün daha çok kişiyi içine alıyor.
Şehre dair düşünen ve insanımızın bu yokluktan, bu zorluktan ötürü gelecekte karşılaşacağı problemleri dert edinen kişilerin zihinlerini sürekli kemiren, sürekli rahatsız eden bu dönüştürememe hadisesidir belki de. İnsanlarının ruh yapısına önem veren ve toplumun psikolojik dengesini yitirmiş fertlerden oluşmasını istemeyen ülkeler, bunun çarelerini aramak ve bulmak için çırpınmaktalar. Bunun için, çeşitli kanunlar çıkarıyorlar, tedavi merkezleri açıyorlar; kısacası bir sonraki zamanda ülkeyi yönetecek olanların, ruhen ve bedenen sağlıklı olmaları için ellerinden gelen çabayı esirgemiyorlar. Bilimi de bu yolda kullanıyorlar, tekniği de...
Ne var ki; bize benimsetilmek istenen, tıpkı yıllardır olduğu gibi, bu ülkelerdeki sapıkça hareketler ve olumsuz yönler... Onlar zararlı olacak unsuru önceden görüp, onu ortadan kaldırmanın yollarını ararken, biz onların attıklarını alıp kendi bünyemizde denedikten sonra ancak varıyoruz işin farkına. Sonra da yarım yamalak tedbirlerle meseleyi halletmeye çalışıyoruz. Ne yazık ki bu arada mesele "kronikleşmiş", bundan kazanç sağlayanlar ise "sektör"leşmişlerdir.
Bu yazdığımıza küçük bir örnek verelim: Batı, şiddet içeren çizgi filmlerin bile televizyonlarda yayınlanmasını yasaklarken, biz her gün onlarca, kanlı, irinli, vahşetin doruğunda seyreden filmleri çocuklarımıza seyrettiriyor, evlerimizi işgal yolunda hızla mesafe kaydeden internetteki zararlı siteler için hiç bir tedbir almıyoruz. Bir anlamda, bizim gibi ülkelere satmak için üretildiğini söyleyebileceğimiz filmler, diziler vasıtasıyla, gençlerimizin, çocuklarımızın ruh sağlıklarına her gün yeni yeni darbeler indirildiğini gaflet içinde takip ediyoruz.
Bütün bu olanlar için çıkarılan kanunlar, yönetmelikler çok yetersiz ve meseleyi halledici boyutta değil. Birçok kişi yayıncı kisvesi altında türlü işler yapmaktadır. Sıkıştıkları noktada sığındıkları kavram ise basın özgürlüğü. Böyle bir basın özgürlüğü acaba hangi ülkede var diye sormak lâzım birilerine...
Kültürümüzün geleceğe taşınması ve yukarıda bahsettiğimiz değiştirip dönüştürmenin yapılabilmesi hususunda kendilerine önemli görevler düşen basınımızın büyük bir bölümü, bu dediğimizi yapmayı bir yana bırakın, sırf satış uğruna, gençlerin ve hatta çocukların körpe hislerini istismar edici yayınlarla ortalığı et pazarına çevirmekteler. Hâlbuki bilinen odur ki, gazete sahibi olmak ayrı bir özellik taşır ve büyük sermaye sahibi olmanın yolu gazetecilikten geçmez.(di) Bu, mahallî seviyede yapılan gazetecilikte de
böyledir, ülke çapında yapılan gazetecilikte de... Şimdilerde gazetecilik, başka işlere dayanak olarak kullanıldığından, geçmişteki saygınlığından ve itibarından çok şey kaybetti. Ve günümüzde, yazdıklarıyla ülke gündemini etkileyen eskinin ünlü yazarları gibi gazeteciler değil, maaşlarını dövizle alan ve yazdıklarıyla patronlarının menfaatini koruyan gazeteciler yetişiyor artık...
Her neyse... Siz; “Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler” deseniz de... Biz yazımızın sonunda, şehirlerin(ve tabii devletlerin)bugün ve gelecekte anca ve ancak yetiştirdikleri insanlar tarafından yaşatılacağını bir kere daha hatırlatalım.