Şehirden kasabaya "göç"!
Köyden şehre göç artık çok zor.
Gelsen nasıl yaşayacaksın, kimin yanında kalacaksın?
Şehirden köye gidiş de olmaz, kaç köy kaldı ki memlekette?
Kasabalara göç olur ve oluyor.
Bizim Kastamonu’nun Araç ilçesinde, konut satış fiyatları
sürekli olarak artıyormuş, kira bedelleri de öyle.
Sebepleri belli;
Birincisi “üniversite”, yani “meslek yüksek okulu”ndan
dolayı, öğrenci etkisi.
İkincisi ise, şehirlerde tutunmakta zorluk çekenlerden “kaçma” imkânı olanların yerleşmesi.
“Tersine göç” yani.
Buna “İstanbul, Ankara ve diğer büyükşehirler fazla
kalabalık olmuştu, gitsinler aman gitsinler!” diye bakabilirsiniz.
İnsanların bir yere “gönüllü” olarak gitmeleri, hayatlarının
bir noktasında “sükûneti” arzu etmelerinden dolayı başka yere yerleşmeleri
güzel şeydir, yaşadıkları yerlerden “mecburen” kopmaları ise başka bir şeydir.
Mesele, mecburiyet meselesi.
Şartların kovması, yani!
Geçenlerde, İstanbul’un “kiralık konut” piyasasını çok
yakından takip eden bir kardeşime, “10
bin lira kirayla, şöyle yaşanabilecek bir yer tutmak mümkün mü?” diye
sordum.
“Yok abi, değil.
Kenar semt denilen yerlerde bile, 10 bin liraya ailenin kalabileceği bir yer bulamazsın!”
karşılığını verdi.
En az 14, 15 bin lira lazımmış.
Sizde geçim işleri nasıl; bir aile kaç liraya geçinebilir?
Rakamlar muhtelif ama, bendeniz Ankara’da, Tarım Kredi’ye ya
da üç harfli marketlerden herhangi birine adım attığımda 1500 liradan aşağı
kurtulamıyorum.
Bedel her seferinde artıyor ve her seferinde “Hiçbir şey
almamış!” hissiyle çıkıyorum oralardan.
İstanbul ve diğer büyükşehirlerde oturmanın maliyeti
gittikçe artıyor, başını sokacak eski bir konuta sahip olanlar da gelecek
endişesi taşıyor.
E, şimdiki zamanlar eski zamanlar gibi değil; gelin kaynana,
kaynata bir arada kalmak pek yok.
Eskiden sık sık “gelin kaynana kavgası” hikâyeleri
işitirdik, şimdilerde kalmadı o.
Zira birlikte oturan pek yok, yaşlılar huzurevine gönderiliyor.
Bunu tercih etmeyen ise eşi varsa eşiyle, vefat etmişse tek
başına yaşamaya çalışıyor.
Yaşamaya çalışıyor ve şehirlere tutunamayan insanlar,
kasabalara yöneliyor.
Bizim Kastamonu’nun Araç ilçesine yerleşmelerin ana sebebi
bu.
Yoksa, “Oh ne iyi, buralar daha sakin!” dediklerinden değil.
Hem bir şey diyeyim mi, yeni yeni binalar dikildikçe,
oraların yeşilliği de, sakinliği de tükeniyor!
Bugün yerleşenlerin çoğu, “Bir gün buralar da iyice
betonlaşacak, neyse ki biz o günleri görmeyiz evlât” diye avunup duruyor.
Yeni yerleşimcilerin çoğu yaşlı, hastaneye çok daha sık müracaat
etmek mecburiyetinde.
Birçok benzeri “kasaba” gibi, Araç’ta da sağlık hizmetleri
sınırlı.
Genellikle Kastamonu Merkez’e “sevk” oluyor.
“İleri düzey” hastalıklarda da, oradan Ankara ya da
İstanbul’a gönderiliyor hastalar.
Kimi hastaların tedavileri aylarca sürüyor ve hastayla
birlikte “aileden” birilerinin de beraberinde gelmesi gerekiyor.
Büyükşehirlere sevk edilen tanıdıklarım var da oradan
biliyorum, büyük sıkıntı çekiyorlar.
Her hasta yatarak tedavi görmüyor, çoğunlukla “gel git”
oluyor.
Bu da sıkıntı, bizim Kastamonu Araç’tan mesela İstanbul’a
otobüsle gitse gelse, emekli maaşı yarı yolda bırakmaz mı?
Ben, her birinin durumuna üzülüyorum.
Memleketim için ise endişe duyuyorum.
Bir vakitler köylerimiz vardı, şimdi kalmadı gibi.
Köylerimiz, “Anadolu Kültürü”nün en önemli kaynakları
köylerimiz eridikçe, kültürel erozyon arttı.
Kentlerde kurulan “biraz köy, biraz kasaba, biraz kent”
evsaflı yerleşim birimlerinde, tuhaf yapılar oluştu.
Gecekonduyu konduran, seçimler öncesinde tapularına kavuştu.
Hazine arazileri,
büyük servetlerin kaynakları oldu.
Gayrimenkul rantı epeyce taşıdı toplumu, “uyanıklar” güzel
kazançlar elde etti, -ilim irfan” gerekmiyordu bu işlerde, “kafayı çalıştırmak”, “fırsatları değerlendirmek” lazımdı.
Kafalar çalıştırıldı, fırsatlar değerlendirildi.
Şehirler, kentlere dönüştürüldü, her santimetrekarenin üzerine
beton atıldı.
Hırs, hırs…
Taşı toprağı altın şehir, birçok şehir öyle, taşı toprağı
altın ve aslında rant.
Ve bugün geldik,
betonlaşıp kentleşen şehirlerin bittiği noktaya.
İstanbul’da büyük bir deprem olsa Allah muhafaza, binanın
altında kalmasazsan sokaklarda telef olursun.
Binalar üzerine üzerine yıkılır, böyle bir durum.
İnsanların bir kısmı da, “ya deprem olursa” diye kaçıyor
kasabalara; bunu da unutmadan yukarıdaki “kaçış sebepleri”ne ekleyelim.
Gidişat belli.
Kentleri dönüştürmek gerekiyor.
Şehre benzetmek gerekiyor.
Bunun maliyeti?
Devlet nereye kadar yetebilir?
Olacak olan ve aslında olmakta olan, “durumu müsait
olmayanların” bir zahmet terk-i diyar
eylemeleri.
Tersine göç.
Peki ya,
Gidenlerin yerlerini kimler alacak?
Durumları müsait olan yerliler ile yabancılar mı!..
X
Her şey değişiyor her şey ve zemin kayıyor.
Geçenlerde bir hastanenin kantininde gördüm; “Burada nakit
geçmez, ödemeler sadece kart ile yapılır” yazıyordu camında.
Para tarih olacak.
Her şey gibi, o da sanal.
Şehirlerde de, belli kesimler, “yoksul”ların yerine
“varsıl”lar, hatta “ultra varsıl”lar…
Çanakkale Zaferi’ne bakıyorum; İngiliz’e geçit vermeyenlere…
Yakınlarımızda da var, dedeleri oralarda şehit düşenler…
Çoğu “toprak kokan” insanlar, Anadolu’nun kavruk çocukları.
Direkler arasında, “kantocu” oynatıp, “kadeh”
tokuşturup, “kahramanlık” naraları
atarken birileri…
Toprağın altında kefensiz yatanlardan olmuş, Anadolu’nun saf
ve temiz neferleri!
Etrafımız, ateş topu.
Savaş her yere yayılıyor.
Türkiye hedefte.
Biz yaşlanıyoruz, eski ve yeni aile bakanları da bunu
söylüyor; “Çok hızlı yaşlanıyoruz, çok!”
Almanya Savunma Bakanı, “Her an savaşa hazır olmalıyız!”
diyor.
İngiltere’den “Asker sayımızı artırmamız şart, herkese de
sivil savunma eğitimi vermeliyiz” sesleri yükseliyor.
Ben ise…
Çanakkale Ruhu’nun erimesinden endişe ediyorum.
Belki de vehimden ibarettir benimkisi!
Kedidir, kedi!..