Şehid kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz
Siyonist katillerin “Arz-ı Mev’ud” hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası, her gün farklı bir felaketle sarsılıyor. Masumların üzerine atılan bombalarla sadece Filistinliler, Suriyeliler değil; insanlık can çekişiyor. Bugün ateş topuna dönen ve insanlığın mumla arandığı Müslüman coğrafyada kıyamet yaşanıyor.
Neden?..
BİR ASIR ÖNCE...
Tarihin derinliklerine baktığımızda; mimsiz medeniyetin temsilcileri, Haçlı Seferleri’yle bugün gördüğümüz vahşet manzaralarını aratmayacak davranışlar sergilediğini görüyoruz. Selahaddin Eyyubî ve onun torunlarını alt edemeyen Haçlı zihniyeti, 20. yüzyılın başlarında geliştirdiği politik argümanlarla, işe önce Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan ederek başlıyor.
Dönem, Osmanlı ile Rusya arasında cereyan eden “93 Harbi”ne (1877-1878 Osmanlı / Rus Savaşı) rastlar. Osmanlı’nın finansal yapısı çok bozuktur ve acilen paraya ihtiyacı vardır. Bunu fırsat bilen siyonist Theodor Herzl, Sultan 2. Abdülhamid’e gelerek, Filistin’den toprak satın almak istediklerini beyan eder. Ancak, Sultan 2. Abdülhamid, “Şehid kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz. Defolun!..” diyerek Herzl’i huzurundan kovar. Theodor Herzl, istediklerini alamamanın hıncıyla Avrupa’ya döner. Ve yaşanan olayları rapor halinde diğer siyonist ileri gelenlerine sunar. Bunun üzerine, aralarında yaptıkları toplantıda, “Büyük İsrail” emellerinin önündeki engelleri nasıl kaldıracaklarına dair planlarını tekrar gözden geçirirler.
Almanya’da 5 yıl süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 29 Ağustos 1897’de Basel’de meşhur “Birinci Siyonist Kongre”nı yaparlar. Bu konferansta üç temel karar alınır: 1) Sultan Abdülhamid tahttan en kısa sürede indirilecek, 2) Osmanlı “Hilafet”ine son verilecek, 3) İslâm dini kademeli olarak yeryüzünden silinecek.
Bu aşamadan sonra, devreye Sultan Abdülhamid’i tahttan indirme ve Osmanlı’yı yıkma projesini yürütecek olan Emanuel Carasso girer. Carasso, İtalyan Mason Locası’nın başkanı, siyonistlerin planlarını kurnazca uygulamaya en müsait isimdir. Görevi alır almaz bütün argümanları kullanarak, Sultan Abdülhamid ve Osmanlı’yı çökertme tezlerini hazırlar. Karasso ilk etapta, Selanik’te Mason Localarını açar, daha sonra da İttihat ve Terakki Partisi’ni hayata geçirir. Bölgedeki bazı önemli komutanları etrafında toplayarak çöküşün başlangıcını hazırlamaya başlar. Önce ordu isyan ettirilir. Sonra politik faaliyetlere başvurulur. Birinci Osmanlı Meclisi, sayıca yoğunlaşmaya başlayan Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklarının ipleri ellerine alma oyunları sonucu kapatılır. Kışkırtma ve kan dökme eylemlerini engellemek için açılan İkinci Osmanlı Meclisi’ne, daha büyük çoğunlukla gelen Emanuel Carasso, artık Selanik Mebusu’dur. Süreç artık Carasso’nun istediği gibi çalışmaktadır. Aradan 1 yıl geçmiş ve Meclis’te oy çokluğuyla (1909) Sultan Abdülhamid’in halline karar verilmiştir.
Ve Basel’de alınan kararların 1. maddesi uygulamaya konulur.
Sıra 2. maddenin hayata geçirilmesine gelmiştir. Emir komutayı iyice eline alan İttihat ve Terakki Partisi’nin ilk icraatı, Trablus’taki Garp Cephesi’ni dağıtmak olur. Garp Cephesi’ndeki tecrübeli komutanların tayin edilmesi sonucu 1911’de Trablus, İtalyanlara verilir. Ordu, Balkan Harbi’nden sonra 1912’de 1. Dünya Harbi’ne sokulur. Böylece bütün cephelerde “Küresel Haydutlar” ile savaşmak zorunda kalan Osmanlı ordusu, halsiz ve bitkin düşürülür. Yani tahttan indirilen 2. Sultan Abdülhamid’den sonraki dönemde, 15 yıl harp ettirilen “Hasta Adam” Osmanlı son darbelerle ölüme terkedilir!..
Ve Basel’de alınan kararların 2. maddesi de böylece uygulamaya konulur.
Artık siyonistlerin, 3. maddeyi devreye sokmak için önlerinde hiçbir engel kalmamıştır. 5 yıl sürecek olan İstiklâl Harbi’nin ardından, “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme” sürecinde atılacak adımların hesapları yapılmaya başlanır. Tarihler 24 Temmuz 1923’ü gösterdiğinde, yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı’nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak “Lozan” tiyatrosuna davet edilir. Görüşmeler esnasında Fransız Georges Clemenceau (Klemenso), Kur’an-ı Kerim’i havaya kaldırarak: “Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. Çünkü bu kitap siz Müslümanlara; Hıristiyan ve Yahudilerle dost olmamayı emrediyor. Bu kitaba uymaya devam ederseniz, düşmanlığı sürdüreceksiniz demektir. Bu şartlarda da sizinle barış yapmamız mümkün olmaz...” der ve görüşmeleri kilitler.
İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan’a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına “Hilafet’in kaldırılarak, İslâm’la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı” garantisini verir. Ancak, verilen bu teminatlar sonucu bir anlaşmaya varılabilir. Nahum’un, “Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar...” deme cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız olayların içerisinde gizlidir.
Nitekim, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları veriyordu. Aynı gün çıkarılan “Hilafet”in kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.
1932’de Ezan’ın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, “Kur’an’ı kapa, kadını aç” felsefesinin ayyuka çıkarılması, Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, Güneydoğu’da kardeşi kardeşe kırdırma politikası, Ortadoğu’nun “Kerbelâ”ya çevrilmesi... Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri.
BİR ASIR SONRA...
Ve Basel’de alınan kararların 3. maddesi hâlâ uygulanma aşamasında... Gerek ülkemizde ve gerekse yanı başımızdaki “Ortadoğu”da yaşanan olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor. Siyonistlerin “Arz-ı Mev’ud” hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.
Dünyayı Amerika’nın, Amerika’yı da siyonistlerin yönetme eğilimi gelişen olaylardan açıkça görülüyor. İsrail; Filistin’den açmaya başladığı işgal koridorunu Lübnan’dan devam ettirerek Suriye’ye ulaştı, oradan da “İsrail haritadan silinmelidir” diyen İran’a sıçradı. Bu kanlı yol haritasının nihaî hedefi ise Türkiye’dir.
Bütün bölge topyekûn bir istilanın, parçalanmanın ve çatışmaların eşiğinde. Bu tehdidi önlemenin yolu ise Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle, Acemiyle daha ağır yara almadan, kurtuluş planlarını yapmaktan geçiyor. Şu anda kan gölüne dönen bölge, 1932 ve 1939’da İngilizlerin yaptığı “Ortadoğu” tanımlamasının sonucu olarak sürekli olarak sömürülmeye ve müdahalelere açık hale getirilmiştir. ABD, İngiltere ve İsrail şer ittifakının planları gereği, önce Ortadoğu’da kaynaklar talan edilecek, sonra “İslâm” tehdit(!) olmaktan çıkartılacak ve uzun yıllar sürecek olan esaret günleri başlayacaktır.
***
Geçtiğimiz günlerde siyonistlerin Basel’de Müslümanlar üzerinde uygulanmak üzere çizildikleri yol haritasında yeni bir aşamaya geçildi.
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 28 Ocak 2020’de Beyaz Saray’da düzenledikleri ortak basın toplantısında “Yüzyılın Kirli Planı”nı açıkladı. Bir önceki kararda Kudüs’ün “İsrail’in başkenti” olduğu ilan edilmişti. Bu sözde “Yüzyılın Kirli Planı”nda ise Kudüs’ün İsrail’in “bölünmez” başkenti olduğu ikinci kez dünyaya ilan edildi. Masada temsil yetkisi bulunmayan Filistinlilere 4 yıl düşünüp taşınma süresiyle birlikte, şayet istedikleri yönde bu teslim planına “evet” demeleri durumunda “50 milyar dolar” teklif edildi. Tıpkı bir asır önce siyonist Theodor Herzl’in, Sultan 2. Abdülhamid’e teklif ettiği gibi... Hem de Filistinlilere verilen “son şans” tehdidiyle.
Pazarlık konusu yapılan yer bütün Müslümanların ve dahi insanlığın ortak mirası olan kadim belde olan Filistin. İslâm ümmetinin ilk kıblesi, dinlerin incisi, şeriatların feneri, peygamberler beldesi, İsrâ ve mîracın tanığı, Hz. Ömer’in emannâmesiyle herkesin emniyete kavuştuğu adalet yurdu, Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’in uğruna ölmeyi göze aldığı aşkı, mazlumların sığındığı selam ve iffet şehri harîm-i ismetimiz; dârüsselam KUDÜS.
***
İslâm Âlemi'nin öncü birlikleri Filistinliler Mescid-i Aksa'da can çekişiyor. Kudüs, iman sancağını düşürmemek için tek başına “küfür milleti”ne direniyor.
Ey şerefi yerle yeksan olmuşlar topluluğu; bu duaya, arşa yükselen feryadlara kulaklarınızı ve vicdanlarınızı daha ne kadar tıkayacaksınız?.. Ey dünyanın bir nefeslik şehvetine köle olanlar; Kâbe’yi Ebrehe’nin fillerinden koruyan Allah, siz kılınızı kıpırdatmasanız da Mescid-i Aksa’yı bâtılın eline bırakmayacak. Nemrutların yaktığı ateşi söndürüp, İbrahimî duruşlu mustazafları kurtuluşa erdirecek.
***
AYASOFYA 85 YILDIR ESARET ALTINDA
Kadim beldelerin mühürleri vardır; Mekke-i Mükerreme’nin Kâbe-i Muazzaması, Medinet’ül Münevvere’nin Mescid-i Nebevîsi, Kudüs’ün Mescid-i Aksası, İstanbul’un Ayasofyası…
İlk çağrıdan beri Kâbe-i Muazzama insanlığa kucak açıyor, Mescid-i Nebevî aziz misafirleriyle dünyayı aydınlatıyor, Mescid-i Aksa mübarek çevresiyle feryad ü figanlar arasında yanıyor, Ayasofya prangalarıyla özgürleşeceği günü bekliyor.
Ayasofya, ah Ayasofya!.. Seni unutmayacağız; unutturmayacağız!..
***
Tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ...” (Şübhesiz biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik) duaları eşliğinde, zincirler kırılıyor, kaleler yıkılıyor, burçlara İslâm sancağı dikiliyordu. Bir karanlık çağ kapanıyor, aydınlık çağı açan kumandan ve askerleri “şükür secdesi” için sana koşuyordu. Zulmün, adaletsizliğin ve inkârın mağlup olduğunu, Hakkın ve hakikatin galip geldiğini senin kucağında haykırıyorlardı. O övülmüş kumandan, harap ve perişan haline aldırış etmeksizin “Ayasofya fethin sembolü”sün diyordu.
Fethin üçüncü günü Akşemseddin koluna girip Sultanını minbere çıkartıyor, Fatih’in yüreğinden hamd ve senâlar dökülüyordu. Ulu ma’bed ilk defa böyle bir ritüele tanıklık ediyordu. Sonra o koskoca İstanbul’u dize getirenler, Akşemseddin’in öncülüğünde secdeler ederek Ayasofya’ya bûseler konduruyordu. Ve yepyeni bir medeniyete İstanbul değil, Ayasofya tanıklık ediyordu.
***
481 yıldır kubbesi altına sığınana huzur dağıtan Ayasofya’ya 1 Şubat 1935’te acı bir haber geldi. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği, 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla; “Ezanlar susacak, bu ma’bed müze olacak” denildi. Ayasofya’nın işgal yıllarında bile susmayan ezanları böylece susturuldu. Ayasofya âmâ olunca; Filistin’in başını okşayan el çekildi, Rumeli’deki Evlâd-ı Fâtihân yetim kaldı. Fatih’in öz malı, ilk vakfiyesi 481 yıl sonra gasp edildi.
Fethin mührü Ayasofya; secde bûselerine yine hasret kaldı. Ayasofya’nın boynuna asılı “müze” yaftası, fetih ruhunu aldı götürdü, hâlâ da götürmekte...
***
Ayasofya, ah Ayasofya!..
Bir tarafında kadehler kalkıyor, bir tarafında alınlar secdeye kapanıyor. Hoyratça kahkahalar; Firuzağa’dan, Sultanahmet’ten yükselen ezanları bastırıyor. Buz kesiyor kubbenin altındaki mihrabın saçaklardan damlayan hüzün zerreleri, yanaklarında kıpkızıl gözyaşlarına dönüşüyor...
Ayasofya, ah Ayasofya!..
Mahremiyet giysileri çıkartılıp, acılar içinde her gün pazara sürülüyor. Secdesiz alınlara, duasız ağızlara, abdestsiz ayaklara çiğnetiliyor. Fatih’in açtığı Yeniçağ kapatılıp, “dilek deliği”nde Bizans’ın Ortaçağı hayal ediliyor.
Ayasofya tam 85 yıldır özgürleşeceği günü bekliyor.