Seçilmiş yalnızlıklar
Yaşadığımız modern yaşam bireyi yalnızlığa özendiriyor… Yalnızlık estetize ediliyor…
Modern yaşam felsefesi geleneği dışlıyor…
Mahalleyi baskıcı buluyor… Gerçi mahalle kaldı mı ki diyebilirsiniz… Cemaati
küçümsüyor… Ailenin içini boşaltıyor…
Peki, nedir yalnızlaşmak?
Herkese ve her şeye yabancılaşmak, uzaklaşmak…
İçe kapanmak…
Mesafelerin kısaldığı, iletişimin kolaylaştığı
bir zamanda hiç olmayacak kadar bir yalnızlığa sürüklendi insan…
Kalabalıklar içinde yalnızlık…
Bir sosyalleşememe sorunu mu yoksa ‘’ben
kendime yeterim’’ savıyla müstağnileşmenin yansıması mı?
Kendini yalnızlaştıranlar bir yönüyle
kendilerini yegâneleştirmiş oluyorlar…
Benlik zindanının gönüllü kurbanları
oluveriyorlar…
Modern kentin yeni söylemi, yaygın ve salgın
anlayışı…
‘’Çok sıkılıyorum,
kendimi dinleyeceğim.’’
Aslında sadece kendini düşündüğü için insan
yalnız…
‘’Beni rahat bırakın,
kendi hayatımı yaşamak istiyorum’’ söylemi kulağa hoş gelse de nahoş sonuçlara
neden oluyor…
Bireysel takılmalar geçici bir heves olmanın
ötesinde yeni bir ideolojiye ve yaşam tarzına dönüşüyor… Aynı zamanda yeni
ıstırapların ve derin travmaların habercisi oluyor…
Aslında bireyselleşme varoluş görünümlü bir yok
oluştur…
Birey olmanın dayanılmaz hafifliği başlıyor…
‘’Biz’’ den kaçış, ‘’ben’’liğin bilinmezliğinde
bitişe dönüşüyor…
‘’Kendi ayakları üzerinde durmak’’ sözü
yalnızlığa yelken açmak ve kendi hüsranını hazırlamak anlamına da geliyor…
Yalnızlaşma insanın iç yangınını arttırıyor
farkında değil…
Yalnızlık yanılgısı, toplumsal yozlaşmanın da
yolunu açıyor…
Mahalle, cemaat, aile bireyin sığınağıydı…
Sıcak ve içtenlikli dünyaların adresiydi… Ama şimdilerde oldukça sıkıcı…
Modern zihniyet insanı insandan uzaklaştırıp
eşyaya esir kılıyor…
Erkek, baba ve eş olmaktan ürküyor, birey
olmanın yolunu arıyor… Eşini ve çocuğunu yüzüstü bırakabiliyor…
Kadın kendini sıkışmış, kıstırılmış görüyor…
Eşi ise, ‘çocuğu kreşe gönder, gönlünce
gez, dolaş’ derdinde…
Bütün aile birey olma sevdasında… TV, dizi,
tablet, telefon, bilgisayar aileye göre değil, bireye göre tasarlanmış…
Bireyselleşen anne ve baba, arada kalan
çocuklar…
Bireysel vaziyette yaşlanmış kadın ve erkeğin
gideceği adres belli; bakımevi veya huzurevi…
Görünen o ki, yalnızlığın yaldızlı dünyası
insanı yanıltıyor…
Yalnızlık insan yaratılışına aykırıdır…
Cezaevlerinde bile en ağır ceza tecrit, yani tek kişilik hücre hapsidir…
İlginç, günümüz insanı tek kişilik yaşamlara
gönüllü…
Yalnızlığın pençesinde kendisini bekleyen
perişanlığı görmüyor…
Geleneğe, çevreye, mahalleye, cemaate, aileye
kendini kapatan bireyi bekleyen açmazları ve acıları tahmin edebilirsiniz…
Bunalımlar, buhranlar, boşluk ve belirsizlikler
bitmiyor…
Yazık, insan yalnız…
Tek kişilik dünyaların değeri kalmıyor, erdemi
eriyor…
Yalnızlık sonrasının hicran ve hüznü bitmiyor…
Peki, bireysel haz, hırs ve hızların sınır
tanımadığı bu durumun karşısında nasıl duracağız?
Yalnızlığa teslim bayrağı mı çekeceğiz, yoksa
direnecek miyiz?
Herkesin kafasına göre takıldığı bir çağda ne
yapabiliriz?
Katı bireyciliğe karşı durmak durumundayız…
Nasıl mı?
Kardeşlik, cemaat, ümmet, kolektif bilinç,
ortak akıl, dayanışma, yardımlaşma, iyilik, insaniyet temel dinamiklerimiz…
Efendimizin (sav) uyarısına sımsıkı
tutunmalıyız:
‘’Selamı yayınız…’’
İnsanlar burun kıvırsa da, kulak tıkasa da bize
ilahi buyrukları en güzel şekilde sunmak düşüyor…
Kalpleri dönüştüren Allah, bizden hakkı ve
sabrı aralıksız tavsiye etmemizi istiyor…
Hz. Zekeriya (as) duasına tutunmalıyız:
‘’Rabbim beni birey kılma…’’ (Enbiya, 89)