Sebile Yansıyan Osmanlı Ruhu ve Mehmet Akif
Mehmet Akif, Osmanlı ruhunun sanat eserlerindeki coşkun yansımasına dair bir sebil üzerinden şu örneği verir:
Necib eser arıyorsan: Sebîle bak, işte...
Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,
Safâ-yı fıtratı şâhit ki: Tertemiz aslı;
Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı…
Görüp bu cûşiş-i sanatta rûh-u ecdadı,
Biraz sıkılmalı, şehrin sıkılmaz evlâdı!
Ama aynı zamanda Akif, bu eski ama hala etkileyici örneği verirken de, kökünden kopmuş, koparılmış yeni nesilleri esefle karşılamaktadır.
Mehmed Akif’in kendisinin de hüsn-i hatta (güzel yazı) olan merakı bilinmektedir. Yazısı güzeldi. Güzel yazılmış yazıları çok dikkatle seyreder, hüsn-i hattan anlardı. Meşhur hattatların hepsini tanırdı. Çok sevdiği arkadaşlarından Safranbolu valisi Vasfi Hoca güzel ta’lik yazardı. Üstad bilhassa ta’lik yazıyı severdi.
Süleymaniye, Safahat’ın altıncı kitabı Asım bölümünde karşımıza çıkar. Manzumede, yeni nesli temsil eden Asım ile eski neslin temsilcisi Köse İmam’ın yıkmak-yapmak konusundaki tartışmalarına tanık olunur. Kendisini inkılâp ümmeti olarak vasıflandıran Asım’ın, “İnkılâp ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır. ” sözlerine karşılık İmam, yıkmanın insanları değerli kılamayacağını, asıl değerli olanın yapmak olduğunu kaydeder ve yeni neslin herhangi bir yapıcı icraatlarını görmediklerine Süleymaniye Camii örneğini verir:
Sâde sen gösteriver “işte budur kubbe!” diye;
İki ırgadla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan.
Mehmet Akif, yeniliğe açık bir insandır fakat eski değerlerin kıymetini de bilirdi. O şöyle derdi: Bir şey eski diye atılmaz, fena olduğu için atılır. Yeni de sırf yeni olduğu için alınmaz, iyi olduğu için alınır. Akif, Osmanlı’nın kültürel-tarihi mirasının ziyadesiyle farkındaydı. Sanat eserlerinde ve burada olduğu gibi mimaride vücûd bulmuş bu mirasa göğsünü gere gere sahip çıkardı ve bununla iftihar ederdi. Medeniyetinin köklerini çok iyi bilir, köksüzlere de gereken en cesur cevapları vermekten asla sakınmazdı.
Mehmed Akif’i 28 Ağustos 1912’de bitirdiği “Süleymaniye Kürsüsü’nde” adlı manzum eserinin başlangıcında köprü üzerinde buluruz. O, Haliç’in yosunlu sularının karşı sahildeki harap evlerin hüznünü Yeni Camii görünce bu Türk sanat eserinin uyandırdığı hayranlık içinde unutur gibi olur. Süleymaniye Camii’ne geldiğinde ise, vâiz yani Abdürreşid Efendi kürsüdedir. Akif’in eskinin o muhteşem sanat abidelerine olan hasretini Haliç, Yeni Cami ve Süleymaniye Cami’lerine dair vermiş olduğu tasvirlerde açıkça görmekteyiz.
Mimari bir yapıyı tamamlayan ana unsur olan insan faktörünü de Süleymaniye Camii’ndeki mimari ayrıntıları anlatırken şu şekilde ekleyerek mısralarına devam eder:
Ruhlar yanmada bitâb-ı tecelli kalarak,
Dideler nâ-mütenâhî, ebedî müstağrak.
Akıbet, başladı mahfilde hazin bir feryâd;
Yeniden coştu eninlerle o bî-hûş eb’âd.
Bir de baktım ki: O her saftan uzanmış kollar,
Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ’ya kadar!
Şimdi üç bin kişinin sîne-i masumundan.
Kopan “âmin” sadasıyle icâbet lerzan!
İşte Akif’teki bu asil ve sağlam kök, köksüzlük üzre “yeni bir düzen” inşa etme çalışmalarını cebren ve hile ile ele geçirdikleri iktidarla yapmaya çalışan haramzadeleri rahatsız etti ve Akif’in cenazesi bile halktan gizlenmeye çalışıldı. Ama bu asil milletin vatanperver evlatları O’nu bu fani dünyadan ebediyete intikalinde yalnız bırakmadılar. Allah makamını cennet eylesin. Ruhu için el-Fatiha maa’s-Salavat.