Sebep yükü
Nasılsın çiy tanesi? Kalbimizin eşiğine veda bûsesi bırakan bahar? Kozasından çıkmaya hazırlanan kış? Nasılsın ibretle bakan, hikmetle susan, insanların dilindeki fırtınalı denizleri görüp, dingin göllere susayan? Nasılsın rast makamı, bürünerek hasret zırhına kapımızı çalan aruz dalı, içimizin kızıl yangını? Gök mavisi, ak güvercin, hanımeli nasılsın?
İçimizle beraber, gönlümüz ve gözümüz üzerinde hak sahibi olan nicesine yöneltemediğimiz bir soru bu. Ya şairin dediği gibi “durup ince şeyleri anlamaya vaktimiz kalmadı” ya da derdin hamallığını yaptığımızı düşündüğümüz için hasbihal hakkı tanımadık sadrımıza derman olacaklara… Süt bekleyen bir bebekten anlaşılmadığını düşünen bir gence, mâzideki kayıplarını âtisine taşıma çabasına girmiş bir olgundan, ihmâli yarası kılan bir ihtiyara, günahı yazmakla yükümlü bir melekten can almakla vazifeli Azrail’e kadar derdi var kâinattaki her şeyin… Yaratılanın da yaratılmışla bir derdi var. İnsanın, cana cefâ ile kıymetini arttığına inanmak gibi bir zehabı var…
Mevlana “saman elde etmek için buğday ekilmez” buyurmuş. Her birimiz dert ekip sînesine, derman bekliyoruz bir diğerinden… Oysa dünyadan kendimizle tanışarak gitmeyi, sadece deva olabildiklerimiz vesileyle öğrenecektik. Bir diğeri uğruna yanarak ödeyeceğimiz diyetle, teselli bulacaktık ötelerin serinliğinde…
İnsan kendi özünde seviye atladıkça çoğalıyor imtihanı. Öncesinde ağlayarak, ayaklarını yere vurarak mukabele ettiği yaralara, bir dem sadece küserek, sonra küsmenin bile gereksizliğine inanıp susarak, sızının kendine kattığı güzellikle meşgul olarak cevap veriyor. Fakat neyi ne kadar öğrenmiş olursa olsun, omzuna bırakılan nedenleri aşmayı bir türlü öğrenemiyor.
Bir kimseye hasar vermek istiyorsanız muallakta kalan bir yığın sebep koyun ardınızda, muhatabınızı “neden” sorusuyla baş başa bırakın. Elinize alacağınız hiçbir silah gecelerce, obur bir kurt gibi aklını kemiren “neden” sorusunun ağır etkisini yaratamayacak, onun gibi tüketmeye muvaffak olamayacaktır karşınızdakini. Ardınızda bıraktığınız solgun resim, cefadan beslenen yüreğinize, yaşam enerjisini yormaktan alan dimağınıza bir güzel teselli olacaktır; Baş daima eğilir, dalgın bir hüzünle hep ayakucuna bakar merak sahibinin kalbi. “Neden?” İnsanı insandan uzaklaştırıp koparan binlerce mana türetilir o tüketici sorudan…
Bir kâbus kılığına girerek, gözlerini “neden”lerle baş başa bıraktığınız canın gözlerine diken ve bir gün gitmesi beklenen o kaygı devi, her an biraz daha büyüdüğü gibi, olur olmaz daha başka bir ses ve renge bürünerek çıkıverir musallat ettiğiniz ruhun karşısına. Gün. Hafta. Ay. Yıl… “Gitti” denilen bir zamanda geliveren, uzaklaştığı düşünülen bir sırada yakınınızda duruveren esmer gölge. Bir parça kopartır her seferinde, bir parça, bir parça daha; kan gölünde kalakalır o kristal ayna…
Her göz sever geceyi uzun uzun izlemeyi… Buğulu da olsa gökyüzünün içinden uzak bir yıldız seçmeyi… Ama kimi, hassas gönlünün üzerinde gezdirdiği gamla, kimi yükünü daima bir başkasının sırtına bıraktığı başıboş umursamazlıkla… Kimi nedenlerinin cevabını arar gecelerce göğün gizemli yüzünde, kimi kilitler o nedenleri sıkı sıkı göğün içine…
Ne için yorgun sahra? Rüyalarımızın üzerini kaplayan sis? Ne için gözlerine kum kaçan çocukların yanağındaki yağmur? Uçarı gamze, yaralı martı, kalbimize hançer gibi dokunan sükût; ne için?