''Sayılı Günler''
Kur’an-ı Kerim biz müminler için Ramazan ayını “sayılı günler” olarak tanımlıyor:
“Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı)”
Onun sayılı günler olarak nitelendirilmesi bir uyarıdır. Yani sakın tutmamazlık etmeyin, çabuk geçer. Tutmayan pişman olur, tutanlar dünyada güzel faydalara, ahirette büyük ödüllere nail olurlar. Bu yüzden oruç tutmanız hayrınızadır…
İşte rahmet, bereket, hayır yüklü “sayılı günler” in sonuna geldik…
“Sayılı günlerin” sayısız rahmetler içerdiğine inanıyoruz… Şimdi bu güzel fırsatlardan biri daha elimizden kayıp gidiyor… Elde kalan nedir?
Kim bilir belki de bu bizim son Ramazanımızdır…
Bu günleri takvim yapraklarını tüketmekle mi geçiriyoruz yoksa amel defterine “ölümsüz olan kalıcı iyilikler” yüklüyor muyuz?
Aslında şu dünyada her şey sayılı, sınırlı ve sonlu… Önemli olan sonsuzluğu hedeflememizdir…
Sorun; sonlu, sınırlı ve sayılı zevkleri, güzellikleri tercih etme yanılgısıdır…
Diğer bir sıkıntımız zamanı değerlendirmedeki duyarsızlık ve dağınıklığımızdır…
Vakit israfı, zaman kullanmadaki hoyratlık hayra alamet değil… Helak ve hüsranın en ciddi habercisi katlettiğimiz vakitler…
En büyük ziyan, zayi edilen ömür…
En ciddi düşmanımız tembellik… Görünmeyen tehlike…
Eskiler boşuna dememişler: “İnsan tembel bir hayvandır.”
Adeta tembelliğin girmediği kalıp, uyum sağlamadığı mizaç yoktur… Tembelliğin felsefesi güçlü, edebiyatı etkili, ikna gücü yüksektir…
Tembelliğin kitabında; “Adam sen de” ci… “Hayat dediğin şanstır.”, “Hayatını dolu dolu yaşa!”, “Gün bu gündür.”, “Bugün değil yarın yaparım.”, “Bu dünya böyle gelmiş böyle gider.” felsefesi yaygındır…
Böylece fırsatlar fiyaskoya dönüşür…
Bireysel tembelliklerden bahis açmıyorum, toplumsal bir tehdide dikkat çekmeye çalışıyorum…
Bilinçli Müslümanlara bile sirayet eden bir salgından bahsediyorum…
Sinsice yayılan kronik bir tembellik geliyor… Nasıl korunacağız?
Hayatımıza sinen uyuşukluk, üşengeçlik, gevşeklik, donukluk, durağanlık, ağırlık, atalet, rehavet bizi rahatsız etmiyor mu?
Nasıl bir ruh hali, tanımlamakta da zorlanıyoruz…
Tükenmişlik sendromu mu?
Öğretilmiş çaresizlik mi?
Kabullenilmiş acziyetler mi?
Üretilmiş korkular mı?
Ertelenmiş hayatlar mı?
Yeni ve yaygın adıyla metal yorgunluk mu?
“Bizden geçti”, “beni aşar” modunda bitik hayatlarla karşı karşıyayız…
Gençlerde bile “canım istemiyor”, uyuşukluk ve umursamazlık öne çıkıyor…
Günü kurtarma derdindeyiz, geleceği kararttığımızın farkında değiliz…
Ömrün bereketi, hayatın huzuru kalmıyor…
Sorun nedir?
Hak ile yeterince meşgul olmadığımız için bâtıl ve boş şeyler bizi işgal etmeye başlıyor…
“İbn’ul Vakt” olmamız gerekirken vaktin müsrifleri olmaya başladık…
Şimdi bize düşen nedir?
Sebatkâr bir düşünce yapısına sahip olmamız lazım… Adeta düşünmekten korkuyoruz, sorumluluk üstümüzde kalır diye…
Sürekli tetikte, teyakkuzda olma duygusunu kazanmamız gerekir…
Uzun soluklu mücadele arzusunu kuşanmamız kaçınılmazdır…
Umutsuzluğun Müslümana haram olduğunu da unutmayacağız…
Kendimizi kendi doğrularımıza ikna etmemiz ve yeni bir sefere doğrulmamız gerekiyor…
Dünya hayatı sayılı günlerden ibarettir…
Gün bu gündür deyip, hız çağında hayırlara hızla hareketlenmemiz bekleniyor…
Gün olur asra bedel…