Savrulmanın Kavşak Noktasında Değişimin Serencamı
Son yıllarda, Muhafazakar/Dindar/İslami çevrelerde, en çok kendisinden şikayet edilen konu dünyevileşme ve buna bağlı olarak temelini dini değerlerin kurduğu ahlaki faziletlerin aşınmasıdır. İktidar ve para ile olan imtihanın başarıyla geçilemediği yönündeki tespitler içe dönük eleştirilerde baş köşeye oturmuş vaziyettedir. 12-13 yıllık AK Parti iktidarıyla birlikte bazı dünyevi nimetlerle daha yakından tanışan dindar çevreler, bugün eski samimiyetlerinin kalmadığını, dava şuurunun zayıfladığını, dünyevi makam ve mevkiilerin, zenginliğin daha da çok önem kazandığını sıkça vurguluyorlar.
Peki gerçekten de böyle mi oldu? Bu soruya hem evet hem hayır cevabını vermek mümkün. Öncelikle Türkiye'de İslami çevreler yekpare bir bütün arz etmiyor. Çok çeşitli cemaatler, vakıflar, dergiler, dernekler ve gruplar var. Bunların tamamı iktidar ekseni etrafında faaliyet sürdüren ve iktidar imkanlarından yararlanan yapılar değiller. Bir kısmı farklı siyasi ekollere ya da farklı fraksiyonlara aitler. Bu yönüyle, sosyolojik olarak dindarların bir bütün olarak bu savrulmanın içinde olduğunu söylemek güçtür. Diğer taraftan toplumun dindar ama kendisini aidiyet olarak herhangi bir kimlikle tanımlamayan bir kesimi de var. Bu kesim belki siyaseten Erdoğan ve AK Parti'yi destekliyor ama, herhangi bir dini grup ya da cemaate aidiyetleri söz konusu değil. Ve bu insanlar gerek sosyal çevre gerekse ekonomik gelir itibarıyla üst düzey bazı nimetlere erişebilecek kapasitede değiller. Mesela sıfırdan başlayarak bir iş kurma, bu işi büyütmek için devlet ve siyaset imkanlarından yararlanma gücüne sahip değiller.
Peki savrulma ya da bozulma ile itham edilen, eleştirilen kesimler hangi sosyal tabakayı oluşturuyor? Ya da dindar/muhafazakar çevreler içerisinde bu eleştirilere maruz kalan kesimler yüzde kaçlık bir dilim içerisinde kalıyor? Aslında bilimsel bir araştırmaya dahi gerek kalmaksızın sadece gözlemle bile bunun cevabını vermek kolay. Eleştirilerin hedefine oturan çevreler bütün içerisinde aslında % 10'luk bir dilimi oluşturuyor. Peki kimler bunlar? Bu kimseler daha çok; 70'li, 80'li, 90'lı yıllarda bir şekilde aktif olarak çeşitli İslami gruplar içerisinde yer almış, İslam'ı bir hayat ve mücadele biçimi olarak algılayan, siyasi kimlikleri bulunan/bulunmayan, İslam dünya görüşü etrafında birleşerek bu görüşü aksiyona taşıyan, çeşitli parti, cemaat ve gruplar içerisinde aktif olarak yer almış, genellikle eğitimli, zengin ailelere mensup olmasalar da çevrelerindeki kamusal ve iktisadi fırsatları görebilen insanlar. Yani cemiyet insanları, yani dernekçi, partici, dergici, vakıfçı gibi kimliklerle tanımlayabileceğimiz sosyal yönü kuvvetli insanlar. Bir başka boyutuyla sosyal ve iktisadi girişimciliğe yatkın, ağzı laf yapan, kimi durumda eli kalem tutan, bir yönüyle de ticarete meyilli insan grupları. Bunların içerisinde avukat, doktor gibi nitelikli mesleklere mensup insanlar olduğu gibi üniversite eğitimi almamış ancak nispeten ekonomik yönden, atadan dededen biraz güçlü insanlar da var.
Bugün bu insanların kahır ekseriyeti, geçmişte çok sıcak bakmasalar da siyasetle tanışmış ve siyasete angaje olmuş vaziyettedirler. 90'lardan sonra İslami kesimler, bir takım hak ve özgürlükleri engellendikçe, artık iktidar, kamu gücünün el değiştirmesi gerektiği üzerine epey kafa yordular ve siyasi faaliyetlerin artırılması gerektiğine olan inançları daha da kuvvetlendi. 90'ların başında Refah Partisi geniş toplumsal kesimlerin de desteğini alarak epey başarılı birkaç seçim sonrasında yerel yönetimlerde adeta iktidar, merkezi idarede ise iktidar ortağı olarak çok başarılı bir grafik yakaladı. Ancak bu pembe tablo 28 Şubat süreciyle kesintiye uğrayınca dindar çevreler Refah Partisi söyleminin fazla radikal olduğunu, toplumun tamamını kucaklamadığını, gelinen noktadan camianın da sorumlu olduğunu iddia etmeye başladılar.
Her ne kadar İslamı temsil etmediği, siyaseten İslami çevrelerin yegane temsilcisi olmadığı tespiti yapılsa da dindar kadrolarıyla yenilikçi hareketin içinden doğan AK Parti ile birlikte Türkiye'de siyasetle uğraşan dindar kesimler retorik ve siyasi kimlik değişikliğine gittiler. Bu yeni kimliğin oluşturduğu eski sinir uçları dağlanmış, radikal söylemden uzak, biraz liberal, biraz dünyevi, biraz protestan dil ile birlikte kitlelerin de siyasete ve siyasetçiye bakışı ister istemez değişti. Dava şuuru, dindarlık, İslami mücadele, ahlaki fazilet gibi kavram ve söylemlerin yerini daha çok "muhafazakarlık, milliyetçilik, devletçilik, hizmet, bayındırlık" gibi daha yuvarlak uçlu, daha profan kavramlar aldı. Daha birkaç yıl evvelinde devlet zulmünden şikayet eden kesimler bir anda devletçi olmaya, sağcılıkla İslamcılığı kalın çizgilerle birbirinden ayıran entelektüeller sağcı-milliyetçi pozisyona doğru kaymaya başladılar. İslami reflekslerin yerini daha hümanist daha profan daha dünyevi refleksler almaya başlayınca siyasetin İslami ve İnsani erdemleri de aşınmaya başladı. Değerler silsilesi aşınmaya başlayınca söz konusu eleştirilerin de tabii olarak dozu artmış oldu. Tabi bütün bunlar işin sadece bir veçhesi, diğer boyutlarına başka bir zaman değinelim.