Savaş mı, barış mı?
Eskiden aileler veya aşiretler
arası kan davaları yaşanırdı. Yirmi birinci asra girdiğimiz çağımızda da halen
zaman zaman benzeri cahiliye uygulamaları olsa da eskidekilerle kıyası dahi
mümkün değil. Bir aile veya aşiret arasında bir tartışma yaşanır. Bu, bazen iki
çocuğun kavga etmeleri, bir tarla sınırındaki anlaşmazlık veya bir hayvanın
bağa, bostana, ekine zarar vermesi gibi çok basit sebeplerle başlayabilirdi.
Sonra birkaç büyüğün kavgaya dahil olması ve derken ailelerin ve hatta
aşiretlerin birbirine girmesiyle felaket derecesinde facialar yaşanırdı.
Bazen bu gibi incir çekirdeği
kadar meseleler, onlarca yıl devam eden kan davalarına dönüşüverirdi. Evet
evet, taraflar birbirlerinden birer ikişer, üçer beşer veya daha fazla insanlar
öldürmeye devam ederlerdi. Aynen Resulullah'ın (sav) bi’seti öncesinde cahiliye
döneminde yaşanan savaşlar misali, sürgit devam eden kan davalarını,
aşiretlerin bilge insanları veya eşrafından kimseler durduramazlardı. Kimi
zaman devlet bu olaylara müdahil olarak ancak bir kan davasını
bitirebilirlerdi.
Ancak bu yıllar süren kan
davalarından hiç kimse karlı çıkmazdı. Taraflar, her zaman karşılıklı ve çok
yönlü kayıplar yaşarlardı. Can kaybı, mal ve vatan kaybı, itibar kaybı ve daha
nice kayıplarla yitip giden yıllar, ömürler… Sadece bu da değil. Sürekli diken
üstende, huzur ve güven ortamı yerine şiddet, anarşi ve kaos içerisinde olmak.
Nice aklıselim insanların, “niye geldim bu dünyaya” gibi sorular sormak zorunda
kaldıkları ahval ve şerait…
Şimdi günümüze geldiğimiz zaman,
tüm bu olumsuz ortamları, küresel çeteler diyebileceğimiz, bir avuç mutlu
azınlık, tüm dünya insanlarına yaşatmaktadırlar. Dünyanın küresel veya bölgesel
gücü konumuna gelmiş devletler de ha bire daha ölümcül silahlar üretmek
suretiyle savaş ve ölümün değirmenine su taşımaya devam ediyorlar. Aşiretler
arası kan davalarını eninde sonunda, kimi bilge insanlar araya girerek bir sulh
yolu bulurlardı. Çünkü kavganın, şerrin, savaşın sonu yok. Hani derler ya “savaşın
kazananı, barışın ise kaybedeni olmaz.”
Tüm dünya insanlığı kan ağlarken
neden kan davaları misali savaşın değirmenine su taşınıyor. Devletler,
milletler, şirketler, “savunma sanayi” altında “saldırı sanayi” ini
canavarlaştırıp duruyorlar. Tüm devletler buna odaklanınca, bu ister istemez
bir yarışa dönüşüyor. Çünkü devlet ve milletlerin her biri, hasım gördüğü karşı
cenahtan daha güçlü olmak zorunda görmektedir. Devletler, ölüm kusan savaş
makinalarına yatırdıkları masrafın onda birini barışa yatışalar, dünya gülistan
olur ama….
Peki devletler arasında devam
eden ve adeta kan davasına dönüşmüş olan bu kirli savaşları kim durduracak. BM
niçin var? Dünya insan hakları örgütleri ne iş yapar? Uluslararası adalet
divanları, küresel mahkemeler niçindir? “Dursun bu savaşlar” diyebilecek yiğit
ve cesur siyasetçiler ve devlet adamları olmayacak mı? İşte bunun cevabı,
Resulullah'ın (sav) bi’seti sonrasında gerçekleşen İslam’ın adalet ve merhamet
ikliminde aramak gerekir ki, bunun için İslam ümmetinin; tarihte olduğu gibi
güçlü ve kuvvetli olması gerekmektedir.
Güç adaletle birleştiği zaman;
huzur, selamet, güven ve merhamet vesilesi olur. Ama tam tersine güç zulümle
birleştiği zaman; kaos, anarşi, zulüm, işgal, sömürü, katliam ve talan sebebi
olur. Nitekim İslam medeniyetinde güçle adaletin dünya insanlığına sunduğu ve
huzur ve selamete, yalan söylemeyen tarih ve dost düşman, insaflı olan birçok
insan şahittir. Her ne kadar doğru söyleyen tarihin sesi çok cılız çıksa da
yine de bir şekilde duyulmaktadır. Ama İslam ümmeti gücü vahşi batıya
kaptırdığı günden beri yeryüzü sathı, kaos, anarşi, terör ve bin bir türlü
zulmün adeta cehennemini yaşamaktadır.
Dolayısıyla insanlık yeniden
huzur ve barış ortamına kavuşmak istiyorsa, İslam’ın adaletine teslim olmak
zorundadır. İslam halklarının da ümmet ruhu ve kardeşlik şuuruyla bir ve
beraber olmak için harekete geçmeleri gerekir. zira ümmetin ve insanlığın bu
perişan halinin sebebi; ne düşmanın güçlü olması, ne de Müslümanların güçsüz
olmasındandır. En büyük sebep, tefrika sebebiyle ümmetin gücünün
dağılmasındandır. Şu halde, bu gerçeğin farkında olan İslam’ın ulema ve
ümerasının da bunu yönelik ellerini taşın altına koymaları gerekir. Zira tüm insanlık
barış, huzur, güven ve adalet iklimi bekliyor. Bunun için ümmetin güçlü olması
gerekiyor. Ümmetin gücü ise bir ve beraber olmakla mümkündür. Bir ve beraber
olmanın gerçekleşmesi için de en büyük görev, ulema ve ümeraya düşmektedir. De
haydi bakalım…