Savaş, kan ve BATI!
Rahip Antonio de Montesinos, 1511’de
Hispanyola adasında bulunan bir kilisede vaaz verirken, dönemin süper
güçlerinden, sömürgeciliğin ve kolonyalizmin öncülerinden olan İspanya’nın
yerlilere karşı işlediği vahşeti sömürgecilerin suratına çarpmak için şöyle
haykırmıştı:
Ben bu kürsüye, yerlilere karşı işlediğiniz
suçları size anlatmak için çıktım. Ben, bu adadaki çölde haykıran İsa’nın
sesiyim; öyleyse bu sesi duymak için, beni üstünkörü değil, can kulağıyla
dinlemek zorundasınız; duymayı hiç aklınıza getirmediğiniz en korkutucu, en
katı, en acı sesi, hiç duymadığınız en olağanüstü sesi…
Bu ses size, masum bir ırka karşı
acımasızlığınız yüzünden, bağışlanmayacak bir günah işlediğinizi, o günahla
yaşadığınızı, o günahla öleceğinizi söylüyor.
Söyleyin bana!
Hangi ilke, hangi adalet anlayışı, yerlileri
böylesine korkunç bir kölelik içinde tutmanıza izin veriyor?
Hangi hakla, kendi topraklarında barış içinde
yaşamakta olan bu insanlara karşı, böylesine ürkütücü bir savaşa giriştiniz?
Neden onları böylesine yoruyor, yeterince
beslemiyor, sağlıklarıyla ilgilenmiyorsunuz? Çünkü onlardan istediğiniz aşırı
işler onları çökertiyor, öldürüyor; daha doğrusu, her gün biraz daha altın elde
etmek için, siz onları öldürüyorsunuz.
Ya onları eğitmek için ne yapıyorsunuz?
Onlar da insan değil mi?
Onların da bir aklı, bir ruhu yok mu?
…
Dinlenmek maksadıyla yazı yazmadığım bu bir
aylık süreçte bilhassa ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve beraberinde başlayan
göçün dramını konuştuk. Dünya konuştu, biz konuştuk çünkü ülkelerinden kaçan
Afganlıların kahir ekseriyeti Türkiye’yi tercih ediyordu. Bu tercih biraz da
zorunlu idi çünkü hem Türkiye’den Batı’ya gitmek daha kolaydı hem de
Türkiye’nin kardeş Afgan halkına kucak açması yeni değildi.
Bugün Batı, ülkelerinde çıkardıkları fesat ve
katliamlardan dolayı muhacir olan, göç etmek zorunda bırakılan insanlara
insanlık dışı muamelede bulunurken kendi değerlerini de çiğnemekten sakınmıyor.
Zorunlu göçlerle ilgili göçmenlerin lehine aldıkları bir sürü kararı yok
saymaktan çekinmiyor Batı.
Birlikte varoluşun felsefesini satan Batı,
şimdilerde, “Biz var kalalım ama konforumuz için siz yok olun!” Westernizmini
dayatıyor.
Oysa, “Konukseverlik, bir yabancının başka
birine ait bölgeye vardığında düşmanca muamele görmeme hakkı anlamına gelir”
diyor Kant. Ve biliyoruz ki konukseverlik “mekân” ve “imkân” ile
anlamlıdır. Aylan bebeğin denizde boğularak ölümüne yol açan Batı, sınırı
geçenlere de “çelme takarak” ne kadar konuksever olduklarını gösterdi(!)
Yukarıda alıntıladığım Rahip Antonio de
Montesinos’in 1511’de gösterdiği bu kahramanlığı günümüz rahiplerinden de
bekleyebilirdik lakin bugün Batılı siyasileri Doğulu devletleri işgale teşvik
edenlerin başında rahipler yani Kilise gelmektedir.
Sadece Kilise mi?
Batı’nın aydını da filozofu da Batı
ahlaksızlığını yaymaktan geri kalmamıştır.
Luther’den Erasmus’a, Voltaire’den Victor
Hugo’ya kadar “Barış!” diyenlerin tümü sıra kendilerinden olmayanların
hak ve hukukuna gelince kişilik bozukluğu belirtileri gösterdiler.
Bakınız,
Öve öve bitiremediğimiz Woltaire’in
Osmanlı-Rus harbinde Rus Çariçe’si II. Katerina’ya şöyle sesleniyor:
Yüce majesteleri, Türkleri öldürerek bana yeniden hayat
veriyorsunuz. Siz Avrupa’nın gücünü aldınız. Türk dilini ve onu konuşanları
Avrupa’dan sürmek gerek… İnsanlığın iki büyük baş belası var: Birincisi veba,
ikincisi Türkler… Hümanizm ilkem olmasaydı, Türklerin hepsinin kökünün
kazınmasını görmek isterdim…
Batı bilmeli ki farklı kültürlerden gelen göçler insanlık ailesini
daha yakınlaştırırdı. Lakin Batı’nın yakınlaşma gibi bir derdi olmadığı gibi “Barbar(!)”
bildiği kendilerinden olmayanlarla sadece sömürmek maksadıyla yakınlaşır.
Şimdi günün anlam ve önemine binaen Batılılar adalet, eşitlik ve
barış bağlamında mesajlar yayınlayacaklardır.
Biz de inanmaya devam edeceğiz(!)