Sandalyeci baba
Can; 20 yaşında, ela gözlü, siyah saçlı, esmer, 180 cm boyunda sırım gibi bir delikanlıydı. Babasının marangoz atölyesinde, babasıyla birlikte sandalye yapıyorlardı. Can’ın babasına herkes “sandalyeci baba” diyordu. Sipariş üzerine birbirinden güzel tahtadan, ahşaptan, el emeği göz nuru sandalyeler yapıyor, mesleğini oğluna da öğretiyordu. Ama son zamanlarda Can’ın rengi soluk, gözleri uykulu, yorgun ve halsizdi. Sandalyeci Baba oğlunun bu durumuna üzülüyor ve bu durumun sebeplerini araştırıyordu. Can konuşmuyordu, sandalyeci babanın oğluna sorduğu sorular cevapsız kalıyordu. Aralarında sadece sükut vardı. Baba oğlun arasındaki sükunet huzur vermiyordu sandalyeci babanın ruhuna. Oğlunun gözünün önünde sonbaharda bir ağacın yaprakları gibi sararan ve tel tel dökülen saçları neyin habercisiydi? Bu sorular sandalyeci babanın içini yiyor, kemiriyordu.
Akşam olmuştu, kararlıydı kederli adam. Oğlunu takip edip bulacaktı bu soruların cevabını. Can atölyeden çıktı, babasına arkadaşlarıyla buluşacağını söyledi. Sandalyeci baba üstelemedi bu sefer, git dedi Can’a. Can hızlıca yürürken sandalyeci baba peşindeydi. İki mahalle aşağıda bulunan bir gecekondunun kapısını çaldı Can. İçerden orta yaşlı, sakallı kara bir adam araladı kapıyı, kafasını kapıdan uzatıp sağa sola baktı. Can bu adamın avucuna bir miktar para koydu, adam tekrar kafasını kapıdan çıkarıp bir sağa bir sola baktı. İçeri girdi, çok kısa bir zaman sonra tekrar kapıyı aralayıp Can’ın avucuna bir şey bıraktı. Can avucundaki paketi cebine koyup sanki bir bayrak yarışındaymış gibi hızlıca hareket etti. O kadar hızlı yürüyordu ki sandalyeci baba yetişemiyordu oğluna. Bir babanın gözünde bir Can gidiyor ve baba buna engel olamıyordu. Sonsuz, tarif edilemez bir acı kapladı sandalyeci babayı. Evine döndü, Can evdeydi. Anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde oğlunun ayakkabılarını gördü. Sandalyeci baba hemen evin ahşap merdivenlerinden çıkıp oğlunun odasına dayandı. Kapı kilitliydi. Kapıyı vurdu, oğlum dedi, aç kapıyı oğlum, canım yiğidim, bırak o zehri. Yazık değil mi canına, aç kapıyı. Ama ses gelmedi. Sandalyeci baba çevik bir hareketle bir omuz atıp kırdı kapıyı ve oğlunu yerde yatarken, sol kolunda bir serum sarılı ve sağ elinde bir şırınga, son nefesini vermiş yeni soğumaya başlamış bedeniyle buldu. Canııım oğluuuum diye feryat etti. Öyle bir feryat etti ki cümle kuş alemi uçtu yuvalarından, ağaç dallarından. Kapladı cümle kuş âlemi semayı. Öyle bir feryat etti ki acılı baba, uyandı yeni doğmuş kundaktaki, beşikteki bebekler.
Türkiye’de her gün uyuşturucuya altı tane can veriyoruz. Her gün altı aile, altı baba, altı anne feryat ediyor. Bu feryadı cümle kuş alemi günde altı defa duyuyor ve altı defa bu feryatla uyanıp ağlıyor bebekler. Peki ya siz, siz duymuyor musunuz bu feryatları?