Sanatın tozlu malzeme deposu: Tarih
Zaman geçmiş ve geleceğin arasında, o ikisini birbirine bağlayan şimdi’den oluşuyor. Andan ibaret. An damlasının iki tarafa yayılmasıyla biz, o damladan ayıramıyoruz hatıra ve hayali. Yani geçmişi ve geleceği anmayı. Ya hatıra sandığında kilitli başımız. Ya hayal ufkuna ardılmış vaziyette… Andan öncesine, başımızın köşesine konulmuş saygıdeğer kilitli sandığı, artık bir yerde mezarlığı zamanın. Andan sonrası da ya gelecek, ya gelmeyecek. Kesin söz veremiyor.
Geçmişin ortak sandığında tarih var. Tarafsız olunması neredeyse mümkün olmayan geçmiş-haber-yorumlar dizini olarak. O soğuk, mecburen ortaklaşa kabul edilen kronolojisi en tarafsız yanı. Ruhu, yankısı, alınan mesaj veya üzerinden verilmek istenen mesajlarıyla son derece sübjektif bir hatıra ormanı… Her kesimin diğerini içinde kaybetmek istediği tekelleştirdiği bir orman. Ne demiyordu bir düşünür. Tarih; güçlülerin tarihi. Güçlülerin yaşattığı ve yazdığı bir şey…
Son zamanlarda kim bilir geleceğin çok bekletmeyip erkenden ve bir hurra ile, “İşte geldim!” demeden, insanlığın üstüne üstüne gelivermesinden olmalı ki, çoğu nüfusta bir tarihe kaçış gözlemleniyor. Doğrusu daha düne kadar bir tek inkılabın tarihini bilirdik, bu tarih merakı nereden kaynaklandı, demeden edemeyecek durumdayız. Bize dayatılan şey; çok şanlı fakat henüz yüz yıllık bile bir tarihimizin olmayışıydı. Kendimizi bazen kökleri olmayan, kimlerden olduğu bilinmeyen ve dünyanın ona bakarak hakkında fısıldaştığı bir hiç gibi hissetmemiz için ellerinden geleni yapmışlardı. Buna rağmen büyüklerimiz bizi olabildiğince doğruya yakın ve saklanmış tarihten ve bilincinden haberdar etmeye çalıştılar. Ötelenmiş bir tarihin gereğinden çok yüceltilmesiyle karşılaşmadık diyemeyiz. Fakat haklı bir nedene dayanıyordu. Bıraktığı mirasın üstünde aşağılanmış ve hiçe sayılmış olmanın açtığı yaraya iyi geliyordu. Sonra birden ne olduysa oldu, herkes tarihe abandı. Bir yanda abartılarak anlatılan şanlı tarih övücülerine karşın, diğer yanda hiçbir iyi yan görmeyen tarih sövücüleri türedi. Bir anda Osmanlı ortaya çıkarıldı. Yok sayanlar tarafından da… Ve sanat adıyla ürünler ortaya koydular.
Ekranlarda tarih boy gösterdi. Tarihi belgeseller, tarih programları alaka görmeye başladı. Tarihi filmlerin sayısı arttı.
Artık tarih, bir çağdır bakılmadığı için tozlu da olsa kolayca konu bulunan bir malzeme deposu gibi görülüyor. Her bakış açısı, onun kimi çağlarından iğrenen kesimler için bile, geçmişten onaylı meşruiyet kazanması için uygun malzeme bulunabiliyor. Tarih, daha sert nasıl kutuplaşabiliriz kininde kullanılıyor. Her kesim sübjektif yolunu geçmişe, geçmiş bir tarihi şahsiyete onaylattırma peşinde. Sloganik ve yüzeysel.
Tarihinin belli bir kesitine aşık kesimler için tarihi kutsallaştırma; şimdi ve gelecek için vereceği bir emeği olmayanın işsizliği gibi duruyor. Tarihi kutlarken şimdi'yi ve geleceği kıt kanaat yaşamamalı. Geçmişin yadı, günün ve kendi vermemiz gereken emeğin ihmaline dönüşüyor. Tarih o kutsallığa , o insanlar, atamız ötemiz, kendi şimdi'lerini, gün ve an'larını nitelikli yaşadıkları için yükseldi. Onlar Ve'l Asr bilinciyle, vaktin oğlu-kızı, sonrasında vaktin anası-babası, vaktin hakimi olabildiler ve o yüzden bize böyle bir tarih bıraktılar.
Şimdi biz sadece devraldığımız mirasın hesabını yaparken, devr edeceğimiz mirasın hesabını da yapmalıyız. Mirası geç fark etmemiz, kendimize has miras bırakamama gibi bir hüsranla sonuçlanmasın.
Ataları övmeyi de, sövmeyi de bırakalım. Övmeye ve sövmeye gizlenmeyi bırakalım diyorum. Biz, şimdi, ayağa kalkalım. Biz ne yapıyoruz? Yarın nasıl anılacağız diye de değil, şu an yaşama onurumuzu nasıl bir emekle karşılıyoruz? Ona bakalım.
Bir varmış, bir yokmuş’u, tarihi çekiştirmeyi de bırakalım. Biz var olalım diyorum.
Yok olma sırası gelmeden önce…