Sanatçı dediğin aykırı olmaz!
“Külliye” olarak bilinen yeni Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi sürecini hatırlarsınız. Sanatçılar dahil birçok insan karşı çıktı. İstemediler. İstememeleri, olabilir bir şeydi. Ancak sebeplerini anlatırken tatminkâr izah yerine tamamen politize bir dil ve üslup ile konuştular.
Mustafa Sadrettin Hoca’nın “Düşüneni ve yaptıranı tebrik ediyorum. Takdiri ve teşekkürü kesinlikle hak ediyorlar. Hele içerisinde bir de cami ve kütüphane olması harika. Ancak bir noksan var. Bin odadan Türkiye yönetilir de Dünya yönetilemez. Dünyayı yönetmek için iki bin oda daha yapılmalı. Biz iktidara gelene kadar derhal başlanıp inşa işleri bitirilmeli” şeklindeki ince ve hem mizah hem izah dolu şu cümlesinin benzeri çıkmadı aykırılardan. Oysa taraf olmak insanları kör etmemeliydi.
Her insan gibi sanatçı da belli bazı şeyleri istemeyebilir. Veya isteyebilir de... Bu, doğal bir haktır. İzahlar ile ispatlar ile fikirler ve nihai kararlar da değişebilir veya değiştirilebilir. Bu da doğal bir haktır. Ancak ben aykırıyım, her işe, her şeye ve her görüşe karşıyım davranışı asla doğal bir hak değildir.
Sanatçı için aykırılık, bugün bir şiar olmuş. Her şey için her şeye karşıyım ve aykırıyım demekte. Doğru ya da yanlış fark etmez ne varsa hepsine karşılar. Sanatçı için aykırılık, oksijen gibi ihtiyaç olmuş. Tabiri caizse aykırı yaşam, hayatlarının farzı olmuş. Aykırı olmazlarsa sanki günaha girecekler.
Kahrolsun Emperyalizm, aykırıyım, muhalifim, yaşasın emek, emekçi bilmem ne, … diyenler yanlışlıkla hastalanmaya görsünler. Soluğu emperyalizmin tam göbeğindeki hastanelerde alıyorlar. Her şeye karşıyız diyenler, aykırılığı sanatla özdeş tutanlar, kendilerini aykırılıkla değil tam tersine müspet çalışmalarla uzmanlaşmış hekimlerin kollarına atıyorlar. Niçin kendiniz gibi aykırı hekimlere teslim olmuyorsunuz?
Sanatçı, sadece kendi uğraş alanında yeniyi ortaya koyan, özgün eser üreten insandır. Yeteneklerine, gayretlerine bağlı olarak topluma, kurumlara birçok fayda sağlayabilir. Diğer bütün insanlar gibi ve ancak diğer insanlar kadar toplum ve kurumlar üzerinde bir fikir yürütebilir, doğru ya da yanlış bir yargıda bulunabilir. Ama hepsi bu kadardır.
Her insan her konuyu bilmeyebilir. Zaten bu mümkün değil. Bilimlerin çoğaldığı, uzmanlıkların çokça arttığı bu zamanda herkesçe bilinemeyen ve bilinmesi mümkün olmayan nice şeylerle karşılaşılıyor. Tek başına bir insan, bu kadar çok çeşitli ve alt uzmanlık bilgisinin ne kadarını bilebilir ve hüküm verebilir ki? Ayrıca her göze değen, her kulağa üflenen olay ve olgu için konuşmak bir mecburiyet midir? Uzmanlar dahi senelerini vererek “bu işin hâlâ tam bileni değilim” demekte iken.
Dünyanın ve kâinatın bir ses ritmi var. Aynı şekilde su sesinin ve kalp atışının da bir ritmi var. Birçok bestenin hatırda kalması, dinlerken gönülleri hoş etmesi tamamen su sesi, kalp atışı ve dünyanın ses ritimleri ile eşdeğer olmasındandır. İsterseniz Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsünün “Sufi” bestesini bu gözle bir dinleyin. Aynı şekilde bize göre paganist Roma’nın üç bilge kralından biri olan Marcus Aurelius’un “Ne yaşarsan yaşa ne yaparsan yap! Ama fıtrata göre yaşa ve yap” sözüne binaen sanat eseri film, resim, bina, köprü, … hepsine bir de bu gözle bakınız.
Bugüne bakın bakalım hatırda kalan, üzerinden yıllar geçse de dinleyen tarafından zevk alınan kaç müzik bestesi vardır? Bunların kaç tanesi dünyanın, su sesinin ve kalp atışının ritmiyle aynı ritimleri taşımaktadır? Kaç tane Nasreddin hoca mizahı gibi hem hikmeti hem de izahı olan latifeli mizahçı vardır? Kaç bina Süleymaniye gibi, kaç köprü Mostar köprüsü gibi?
Siyasetin bir görevi de kültürün, sanatın ve sanatçının geliştirilmesidir. Nasıl ki geçmişte birçok Padişah hem ülkeyle hem de nesnel sanatçılarla bir ilerleme sağlayıp gönüllerde var olmuşsa, hâlâ milletlerin hafızalarında yer almışlarsa bugünkü siyasetçiler de aynı yolu kullanmayı bir vazife bilmelidirler.
Sultan İkinci Murad’ın Molla Yegân ve Hacı Bayram Veli’si vardı. Sultan Fatih’in Molla Gürâni ve Akşemseddin’i vardı. Sultan Yavuz Selim’in Matrakçı Nasuh ve Piri Reis’i vardı. Kanuni’nin Mimar Sinan, Kara Memi ve Bâki’si vardı. Daha onlarcasının binlercesi vardı.
Bu dönemlerin kimi var? Aykırılar mı yoksa özgün ve yeni bir eser ortaya koyanlar mı? Her şeye karşı olanlar mı yoksa eserleri şaheser olanlar mı? Başka ülkelerin başka milletlerin kültürlerine mi yoksa kendi ülke ve milletlerinin kültürlerine katkısı olanlar mı? Çok mu zordu sanatçı yetiştirmek?
Sanatçı dediğin aykırı olmaz! Sanatçı dediğin milletin bilmediği, uğraşmadığı alanda çığır açar. Milli Kültüre verebildiği kadar katkı verir. Milletinin zihin ve gönüllerinde Milli bir yol açar. Milli Kültür yolundan takipçi kazanır. Bundan başka bir niyeti olan sanatçı olsa olsa geçimlik meslek erbabı olur.
***
Bizim için gerçek sanatçılardan biri ülkesine madalya, milletine de onur ve gurur kazandıran Elif Akyüz ve ailesidir.