Dolar (USD)
32.55
Euro (EUR)
34.85
Gram Altın
2431.11
BIST 100
9645.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

05 Ekim 2021

Sanat eseri nereden eser

Dünyaya aşırı pozitif bakmakla aşırı negatif bakmak, tamamen eğlenmeye, mutlu olmaya geldik bakışı ile, acı çekmeye, bunalımlarda takılmaya geldik anlayışını birbirine çarpıştırdığımızda ikisi birbirini yok ta edebilir, var da… İki uçtan ilki yaşamı ilahlaştırıyor. İkincisi ise yaşamın anlamını… Sanatı en çok doğurduğuna inanılan bunalım alım satımının, entelektüelizmle süslenmişinden tutun da sokak arabeskine kadar olan yelpazesinde en çok kar eden bunalıma tapınmış sanatçı olabilir. Sonuçta popülerizm biraz da, insanlığın perişan hayatlar veya ölümlerin başına toplanması, bir geçmiş olsuna gidip üretilmiş bir ürün-eser-helvayı yemiş olmaları gibi bir şey de olabilir.

Sadece bu, böyle bir şey olmadığı malum. ancak bir yönüyle de budur. Daha az belirtilen yönü budur diyebilmeye hakkımız var en azından.

Özellikle sanatın ve enteresan ürün-eserlere gebeliğin ancak ve ancak bunalımlarla mümkün olduğuna dair bir inancın varlığını bugün için doğrudan sanatla ilgili olmayan herkes dahi biliyor. Derin ve haklı acılardan bahsetmiyoruz elbette. Sadece acı üzerinden geliştirilen ve acının kâra dönüştürüldüğü bir bunalım pazarından, bir çeşit bunalım konforundan bahsediyorum. Bu yüzden hep düzgün bir hayatımın olması beni gocundurmuştur. Çünkü sorumluluğu çok. Emeği had safhada… Yorucu. Ve sanatı kaçak göçek, hayatınızdan, sorumluluklarınızdan saklı, ayrı ve henüz yaratılmamış ömürlerinizde yapıyorsunuz. Çünkü sizi yoran hayatın tam dinleneceğiniz kısmında sanat sizi uyandırıyor. İlham sizi pataklıyor. Uyku dünek yok diyor.

İşte bu ve bunun gibi, bir gazete yazısında çok da açamayacağım sebepler yüzünden ister istemez bir suçluluk duygusuna veya yoksa ben hakiki bir sanatkar değil miyim şüphesine, kendimi, ürettiklerimi inkara sürüklemiştir. Benzer sanat insanları ve sanat sosyolojisi adına da bunları düşündüğüm vakidir. Kalabalıklara göre her ne kadar anormal de görülse, uslu bir yaşam uslu bir ölümü de çağıracağına göre, bunca fikir fikir yaşamımızda ne yaşayarak ne ölerek dikkat çekemeyeceğimiz kesin. Fakat her nasılsa kitapları yazar öldükten sonra daha çok okunan bir dünyada, toplumda yaşadığımızı biliyoruz. Sabahattin Ali’nin özendirici yanlarından en önemlisi bu desem taşlanır mıyım? Ya da dünya adaletinin her zaman ki gibi ömür yolunda takılıp kalması ve kişinin hayatına değil ölümden sonrasına ancak yetişebilmiş olmasıyla da açıklanabilir mi bu durum?

Tabi bu cümleler-sorgular şu soruları peşinden sürüklüyor. “Enteresan” olan her ürün hakikaten bir eser midir? Acayip, enteresan, ilginç olma ölçütü nedir? Sanat ölçüsüzlük müdür yoksa bir ölçüye göre midir? Göreceliliğin evrensel ölçütü nedir? Bir eser “eser” ise izleyicisine neyi estirmektedir? Bir eser yaratıcısını, yazarını, şairini veya yönetmeninin hayatını mahvetti ise, bizim için bir insan hayatı mı daha önemlidir, o ölüp giderken, intiharlardan geçerken ürettiği şey üzerinde sanatsal hazlar almak mı lazımdır? Sanatçının acılar, depresif ruh durumları içinde geçen ve beklenmedik bir şekilde biten bir hayattan arta kalan eserlerinde o hayatın olumsuz tesirleri izleyiciye, oradan topluma ve dünyaya nasıl bir yol, iz bırakacaktır?

Bütün bu sorular ve benzer düşüncelerle sanatın neyin derdinde olduğu veya olması gerektiği şeklinde hesaplaşmalara hazır olması gerektiğine inanıyorum. Sanatçının da elbette…

Hey! Sen! Herkesten farklı bir şeyler yapıp duruyorsun. Birimizden birimizin bunu sormaya hakkı var. Çünkü binimize sunuyorsun sunağını. Ortaya karıştırıyorsun kalbinin orta yerini. Hey! Senin bu eseri sunmaktaki amacın ne? Nereye varmak istiyorsun?

Ha. Bu cevabın sorusu daha geriden başlıyor aslında.

Nereden başladın? İlk nasıl belirtilerle başladı bu herkesten farklı olma hastalığı. Sağlık olmadığı kesin. Sığlık hiç değil…

Hep dediğimdir. Olumlu, müspet bir anlamla hayatın dolaşımına giren kavramlar çoğunlukla sorgulanmadan ve en nihayet sorumsuzca yaşıyorlar. Onları bu şekilde yaşatan, yaşama dahil eden elbette insanlar. Sen, ben, o, biz hepimiz. Yani o kavramların görünen müspet yüzlerinin ardında dilediği gibi sorumsuzca davranan biz insanlarız. Müspet kavramların insan sorumsuzluğuna paravan olarak kullanımına son vermek ve kavramların haklarını ve itibarlarını onlara yeniden iade etmek boynumuzun borcu.

Sanat da buna dahil.

Çünkü sanat; hayatın en idealize edildiği, en üst noktadaki yaşam modeline yaklaşmalarımızın, vurup vurup kaçmalarımızın olabildiği çok özel bir alan. Bir anlamda varoluşlarımızın nevi şahsına münhasır zirvecikleri… Çıkabildiğimiz tepeler. Yüksek rakım nir ler, vana lar…

İşte o tepelere nerelerden çıkıyoruz?

Dertleri ve neşesiyle hayatın içinden tutup nasıl sıçrıyoruz?

Sıçrarken o mavi sularda kalabalığın yüzüne, özüne neleri sıçratıyoruz?

Tuzumuz kuru mu? Ondan mı sürü, sürünenler, sürüngenler derken kibre düşüyoruz? Yoksa biz mi sürünüyoruz? Hem biz bizzat dert çekiyor muyuz? Aşık mıyız? Kaptırmış durumda mıyız aklımızın paçasını ufuklara? El sallamaktan başka bir şey bilmeyen o yakın, o sıkı fıkı ufuklara…

Etkilendiğimiz, zihnimizi dölleyen şeyler, taze veya kuru çiçeğimiz-meyvemizin, kalpler damağında bıraktığı tat ne? Kalbimizin hamileliği, hamallığı ne idi, neyi taşıdık yükünce hayatımızda ve insanlığa, geleceğe yıkıp devirdiğimiz-devireceğimiz küfemizde ne var?

Onu bunu bilmem.

Bir sanatkâr ilk önce kendine esmeli. İlk eseri insanlığı, hayatı olmalı.

İyi bin eser koysa ne iyi. Fakat iyi bir insan olamasa, iyi bir hayat ortaya koyamasa ne kötü…