"Sana giden yollar kapalı"
Bir bahar tazeliği vardı çiçeklerin rengârenk sardığı sonsuzluğa gider gibi kaybolan yollarda. Hiç beklenmedik bir yönde ve anlık karar ile kaderin güzelleştiği heyecanlı yol. Tenhalığın ruha verdiği eşsiz huzur. Huzurun tablosunun sunulduğu bir yolda bir ruhun yakınlığı.
Bir meleğin gelip ansızın elinizden tutması ile başlayan belli belirsiz düşüncelerin içinizdeki değişime sebep olduğu zamanlar. Nereye gittiğini, hangi yola girdiğini, nereye varacağını bilemeyen bir delinin ruh hâli. Sadece gitmek ama bitmesi istenilmeyen bir yolda kaybolmak. Issızlığın evinde sadece kendi kalp atışını duymak gibi bir durum.
Geleceğe dair bir hayalin gerçekleşmesi değil ama geçmişin yeniden kurulmasını isteyen bir fikrin kararı bu. Çok eskilerde bir güne gidip oradan yeni bir yolculuk başlatmaya dönük bir hayal. Bir yerde durup nefes almak iyi olsa gerek. Bir pınar, ruhun kana kana içeceği huzur akıyordu. Bir avuç huzur, tarifsiz heyecan, coşkulu ve ürkek bir ceylan. Bir avcının sabrı belki böyle sonuçlanırdı. Huzurun aktığı o pınara uzatılan ağza dolan ve insanı kendinden geçiren tat. Akıyor, akıyor ve kalpten kalbe doluyordu. Pınarın sunduğu bu leziz ikramla dertlerinden kurtulan delinin az da olsa susuzluğu giderilmişti. İlk kez böyle bir pınardan içiyordu bu huzuru. Dudaklarına değer değmez vücudunda oluşan o ferahlıkla pınara baktı. Ne güzeldi! Bozkırın tam ortasındaydı ve dünyanın bunca kalabalığında tenha kalmıştı. Belki de kendisini bekliyordu. İşte ona kavuşmuştu. Burada biraz kalmalıydı. Kalbini dinledi. Pınara baktı. Yola baktı. Ağaçlara baktı. Kuşları gördü. Kelebekler dans ediyordu. Yol boyunca kendisini karşılayan gelinciklere baktı. Küçücük dereden akan suyun sesini duydu. Tekneden bir avuç su alıp serinledi. Bir melek gelip tuttu elini. Oracıkta kalakaldı.
“Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden gölgem gibi demiyorum çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da” diyen Nazım misaliydi ruhu. Yanındaydı, ayrılmıyordu ruhu. Kalbinin atışını duyacak kadar yakınında. Ağzında pınarın sunduğu o tat. Gitmiyordu, gitmeyecekti yıllarca da. Bir daha bulamayacağı bir tat. Çünkü pınar kesilmişti. Bir kez akmıştı, durmuştu. Sanki abıhayat içmişti. Damarlarına zerk edilen bir ilaç gibiydi. Dertlerinden kurtulan biçareydi. Hafiflemişti. Rüya gibiydi ama hakikat âleminde idi. Gözünü kapatmamalıydı, bu ayan beyan hâlin içinden çıkmak istemedi. Dahası bu hâlin bitmesini istemedi.
Bu kader, bu kadar! Fazlası zehir olabilirdi. Kendinden korktu. Yola baktı. Kendine baktı. Ayaklarına baktı. Pınara baktı. Suya baktı. Gölgesine sığındığı ağaca baktı. Dermanını buldu. Sabırla aradığı, beklediği şifayı bu pınarda bulmuştu. Bir kez aldığı ve ruhunun derinliklerine kadar inen o huzuru ve tadı unutamadı. Tesiri devam ediyordu. Kalp atışları hâlâ yüksekti. Ah, dedi ah! Niçin daha erken gelmedin, dedi pınar. Yol onu bekliyordu. Yol burada bitseydi, dedi içinden. Ama daha çok gidilecek yol vardı.
Irmaklar tersine akar mıydı? Güneş batıdan doğar mıydı? Yağmur yerden göklere doğru yağar mıydı? Nefesi içinde kaldı. Bağazını saran acımtırak ayrılığa boyun büken kelimeler bir türlü cümleye dönüşmedi. Sesi içinde kaldı. Kelimeler bir yara oldu dilinde. Hoşça kal! Hepsi bu kadardı ama olmadı. “İstediğiyle çıkardı yollara/Giderdi hiç istemediğiyle” diyordu Gülten Akın. Kader böyle bir şey miydi, dedi kendi kendine. Ömrün ziyanı kadar acı veren başka bir şey olur mu? Testere ile ikiye ayrılan kalpten kan fışkırmıyor sadece kalıcı hüzün akıyordu. Evet, hüzün bir ırmaktı. Kalbinden doğup onun avuçlarında biriken ırmak.
Şimdi yol bomboştu. Pınara tekrar döndü. Bir kez daha, son kez daha abıhayat sunar mıydı? Yok yok! İmkânsızdı, bunu kabul etmese de buna razı olacaktı. Mecburdu. “Vur kopsa da mızrâbın ile târ-ı hayatım/ Çal, şimdi şu ân olsa da ân-ı sekerâtım” demişti Tevfik Fikret. Fikret gibi dedi. Nefesi son nefesi gibiydi. “Biliyorum sana giden yollar kapalı” dedi. Ruhunu pınarda bırakarak yolda yolda kaybolup gitti.