Şairlerin en garibi: Ahmet Haşim
Sonbahara en yakışan kelime hazan olsa gerek. Eylül ve şiir denilince de hepimizin aklına hiç şüphe yok ki Ahmet Hâşim gelir, Ahmet Hâşim denilince de meşhur “Merdiven” şiiri gelir. Avucundaki güneş rengi bir yığın yaprak ile birlikte akşamın, gecenin, melankolinin, hüznün, acının ve bunların hepsinin üstünde bir umut gibi duran ay ışığının şairidir.
Yazımıza, “Ahmet
Hâşim kimdir?” diye bir soruyla başlayalım. Doğum tarihi ile ilgili
farklı görüşler olsa da kayıtların genelinde 1887 yılında Bağdat’ta dünyaya
geldiği yer alır. Babasının memuriyeti nedeniyle düzensiz bir tahsil hayatından
sonra annesinin vefatı üzerine babasıyla İstanbul’a yerleşir.
Daha genç
denilecek yaşlarda şiirleri dergilerde yayımlanmaya başlanan Ahmet Hâşim, Şeyh Galip’ten başlayarak Abdülhak Hâmit, Tevfik Fikret, Cenap
Şahabettin ve Muallim Naci gibi
döneminin usta kalemlerinin etkisinde kalmıştır. Ayrıca kendisi, Fransız
Sembolist şairlerden Henri Brémond’un“saf şiir” kuramını savunduğunu açık
yüreklilikle ifade etmiştir.
Poetikasını şiir
kitabı Piyale'nin giriş kısmındaki ‘Şiir
Hakkında Bazı Mülahazalar’da sözünü hiç sakınmadan açık yüreklilikle dile
getirmiştir. Hatta mesele poetikasını ortaya koymaktan öte eleştirmenleri topa
tutmaya dönüşmüştür. Yakup Kadri'nin meseleye
bakışı Ahmet Hâşim’den biraz daha sert olmuş ve Piyale kitabı eline ilk geçtiğinde ve okuduğunda şu cümleyi söylemekten
kendini alamamıştır: “Bu kitabın başında gafillere şiirin ne olduğunu anlatmak istiyorsun.
Ne beyhude zahmet!”
Fecr-i Atî
topluluğunun temsilcilerinden olan Hâşim, ‘Sanat,
sanat içindir!’ anlayışını benimser. Bu anlamda da sanat anlayışının
temelini “Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek.” sözüyle
açıklar.
Şiirlerindeki
müphemliği düz yazılarında görmek mümkün değildir. Şiirinde ne kadar anlamı
gizemli kılsa da düz yazılarında bir o kadar açık ve sade dil kullanır. Ona
göre şiir duyulmak ve hissedilmek için, deneme türü yazılar ise anlaşılmak için
yazılmıştır. Kendisinin “Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık;
şiirin ise algılama alanları dışında gizlerin ve bilinmezlerin geceleri içine
gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman duyuşlarımızın
ufuklarına yansıyan kutsal ve adsız kaynaktır.” sözü de bu durumu teyit
etmektedir. Tasviri güçlü olan Ahmet Hâşim’in yazılarında dikkat çeken en
önemli ayrıntı bütünlük gösteren ve anlamı açık, uzun cümlelerdir. Bilhassa
mektuplarındaki betimlemeleri onun edebi anlamda ve kelimeleri kullanmada ne
kadar derin olduğunu bize göstermesi açısından önemlidir.
Dış görüntüsünün
çirkin olduğuna ve bu görüntüsü nedeniyle hiçbir kadının kendisini
sevmeyeceğine inanması zihninde her zaman ön planda olmuş ve bu düşüncesi
nedeniyle bütün ömrünü bir kahır ve hüzün içerisinde geçirerek yüreğinde her
dem sonbaharı ve hazanı yaşamıştır.
Ölümüne yakın
bir zamanda kendisine ‘Güzin’ diye hitap ettiği Zarife Özgünlü hanımla evlenmiştir. Bazı
kayıtlarda Zarife Hanımın, Ahmet Hâşim’in bakıcısı olduğu iddia edilmiş olsa da
mektuplarından onu uzun zamandır tanıdığı anlaşılmaktadır. Yani Ahmet Hâşim’in
sevdiği kişiyle evlenmesi ancak ölüm döşeğinde mümkün olmuştur. Şiirlerinde
ziya (ışık) olarak nitelendirdiği yüreğinde bir gül gibi taşıdığı umut,
hayatının son anında da olsa kendisini gelip bulmuştur.
Ahmet Hamdi
Tanpınar ile Ahmet Kutsi Tecer’e vefatına yakın bir zamanda söylediği “Şairlerin
en garibi öldü.” sözü hayatının en sade ve hakiki cümlesidir. Doğumu
net olarak bilinmemekle birlikte 4 Haziran 1933 tarihinde Kadıköy’de vefat
ettiği kayıtlara düşmüştür. Kabri ise Eyüp Mezarlığındadır.
Empresyonist ve
Sembolist şiirin temsilcisi ve müphemliğin şairi olan Ahmet Hâşim’in Piyale ve Göl Saatleri isimli iki şiir, Gurabahane-i
Laklakanve Bize Göre isimli iki
deneme, Frankfurt Seyahatnamesiisimli
gezi yazısı türünde bir kitabı bulunmaktadır.
Bir başka
yazımızda Ahmet Hâşim’in sanat ve şiir anlayışını kaleme almaya çalışacağız.
Sonbaharın
hüznünde dahi huzurun gölgesinde yaşamanız dileğiyle, en kalbî muhabbetlerimi
sunuyorum. Unutmayın ki ‘Sonbaharda dökülen yapraklar olmasaydı
ilkbaharda yenilerine yer bulunamazdı.’