Şairlerimiz, Medeniyetimizin Sözcüleridir
Bu güzel topraklarda yaşayan iyi insanların şiirle az çok irtibatı vardır. Ya şiir yazıyordur, ya şiir okuyordur ya da şiiri düşünüyordur. Başka şey de olamaz zaten.
FUZULİ gibi dünya çapında şairler yetiştirmiş bir milletin evladıyız. Niçin şiir? Diğer sanatlarda da temayüz etmiş sanatkârlarımız çoktur ama şiirde rüçhaniyetimiz ve faikiyetimiz inkâr edilemez. Bunun sebepleri sorgulandığında şu cevabı vermek mümkün: Zira biz hakikaten ‘şair milletiz’, hem de ‘padişahından çobanına...’ Bu demektir ki üstünde oturduğumuz güzel topraklarda yaşayan iyi insanların şiirle az çok irtibatı vardır. Ya şiir yazıyordur, ya şiir okuyordur ya da şiiri düşünüyordur. Başka şeyde olamaz zaten. Bu arada şiir gibi hayat yaşayan insanlarımız da yok değil. Davranışlarıyla, ahlak ve fazilet nümunesi olan vatandaşlarımız her daim şairane bir duruş sergiler.
İyi şairlerin mısraları
Şiir üzerine felsefe yapmaktansa iyi şairlerden güzel mısraları paylaşmak daha iyi değil mi? Hem de terütaze şiirler... Meselâ Süleyman Çobanoğlu’nu selamlıyalım. Benim sevdiğim ve ‘hece’ye günümüzde seviye kazandıran sağlam şairlerdendir Çobanoğlu. İlk şiir kitabı Şiirler Çağla ile iyi bir çıkış yakalamıştı. Ardından gelen Hudayinabit ile yerini sağlamlaştırdı. Şimdi de Tamgalar ile şiirseverlere ‘tekrar merhaba’ diyor şairimiz. Benim bütün şiirlerini zevkle okuduğum sanatkârlardandır Çobanoğlu. “Ozan” şiirindeki şu mısralar, ne kadar rahat ve yerlidir değil mi: “bana şiir gelirken serçeler dile gelir / temmuza yağmur gelir koyuna koç katımı / Yeşil ekinler bitmiş göğsümü yarmaktadır / atların çatlamadan önceki son adımı” Süleyman Çobanoğlu dile hâkim, Türkçesi zengin. Şiirin gücü de buradan geliyor. “Boz Atlı Hızır”da şu mısralara ne demeli: “nasıl anlatırsan anlat, hakikat / Sustuğun anlarda yüze çıkıyor / Sedirde gözünü gözüne dikmiş / Gün yanık yüzüyle sana bakıyor”
ŞAİRLERİN RUH AKRABALIĞI
Şairlerin meslektaşlarını şiirlerinde anmaları ne güzel. Bu hatırlayışlar ruh akrabalıklarına işaret ediyor aslında. Çobanoğlu bir yerde, Ziya Osman-Cahit Sıtkı kardeşliğini hatırlatıyor okuyucusuna. Belki de şuurlu bir yönlendirmedir bu tavır. “Yılkı”nın son kıtası o kadim dostluğa temas ediyor: “yılkıdayım – yılkıya önce atlar, ozanlar / sızlanmadan, durmadan ve bakmadan geriye / yine de bir sızlama: sanki bir Ziya Osman / uzanıp ağlar gibi, ‘kardeşim Cahit’ diye.”
Şair gelenekten beslenen ama yeniyi de her zaman denemekten çekinmeyen bir cesarete sahip olmalıdır. Süleyman Çobanoğlu’nda bazı şiirler gönül çerağını tutuşturuyor ve ötelere alıp taşıyor. Onlardan biri “Tarlakuşu”. Şöyle başlıyor şiir: “tarlakuşu, ben senin / Amucanın oğluyum / Gel de dinle bir lahza / Kurşun gibi doluyum”. Devamında şu naif duygular bizi sarıp sarmalıyor: “ne etsem sökemedim / boynumda değirmenler / gönül nice iş işler / dese gerek erenler / vurdum geldim karşına / üç yerden kırık kolum / tarlakuşu, az dinle / kurşun gibi doluyum” Tarlakuşu, bizi kanatlarının üstüne alıp ruh labirentlerinde gezdiriyor, mana âleminde uçuruyor. Bu gönül seyahatinden şikâyet olur mu: “uyusam uyku değil / uyansam uyanamam / tarlakuşu bir yandım / kömür olsam yanamam”
AT’A GÜZELLEME
Edebiyatımızda ‘at’a güzelleme çok. ‘Senfoni’ bile yazılmış. Çobanoğlu ‘At’ şiirinde ‘vefa’ya dikkat çekiyor ilkin. “başında bekleyecek / öldüğünde sen atın” diyor ve şiirin ilerleyen bölümünde şöyle devam ediyor: “bilge söyle sen bana / Kim kalır kimden geri / atı yoran konuşmak / susmak onun eğeri”
“Kedi” şiirini hatırlatayım önce. Kurda kuşa ve kediye güzel şiirler yazan bir şairimiz var. Ama “Türkiye ağır yüktür bilmeyen ne bilesi” diyebilen de bir şair. Bir şiirin hislerine tercüman olmak kolay değil. Ama bu mümkün, işte: “Türkiye ağır yüktür kemiği çatırdatır / Kırılan kirişleri Dağlıca’da biz tuttuk / Aktütün’de, Eruh’ta; varsıl değil, bey değil / İnledik derin derin İstanbul’u uyuttuk.”
Bu eseri Ötüken Neşriyat edebiyatımıza kazandırdı. İsmail Bingöl’ün Kendine Vurgun Divaneler kitabı ile Ahmet Afşın Efkârlığlu’nun Göğsümde Mahşer de aynı yayınevinden. Ferhat Tamir ise Mağcan Cumabayoğlu’nun Şiirleri’ni yayına hazırlamış. Bingöl’ün kitabında tefeül ettim, şu “Dörtlük” çıktı: “Dünya bir değirmendir biz içinde bir dâneyiz / Hicranla yoğrulup giden bir aşk-ı rindâneyiz / Savrulup duran çöllerde yanmak kaderimizse / Bize dönüp bakmayana biz dâhi bigâneyiz”
KERKÜK IRAK DEĞİL
Göğsümde Mahşer’de hiç sönmeyen iç yangımız, gönül coğrafyamızdaki kardeş beldelere hasretliğimiz seslendiriliyor. İsmail Bingöl şiirlerinin hepsi kendisini okutuyor ancak bana sıkıca dokunan iki şiir “Doğu Türkistan” ve “Kerkük” oldu. “Kerkük”ün son mısraları şöyle: “Bir kâğıt giremezken et tırnak arasına / El girmiş aramıza aralıyız can Kerkük / Hekim çare bulamaz kanayan yarasına / Bilmezler ki gönülden yaralıyız can Kerkük / Canlar adak bir tutam saçının karasına / Sen oddan biz utançtan karalıyız can Kerkük / Bana sorsan neft değil kan çıkar o toprakta / Kerkük ırakta değil, Kerkük neden Irak’ta?”
İran’ın en büyük kadın şairlerinden olan Pervîn-i İtisâmî, didaktik şiir alanında öne çıkan Attâr, Mevlâna ve Sadî gibi şairlerin bir bakıma modern çağdaki temsilcilerinden biri kabul ediliyor. Muhammed Hüseyn-i Şehriyâr’ın deyimiyle “şiir göğünün yıldızı” kabul edilen şairin Pervîn-i İtisâmî Divanı’nı Nimet Yıldırım tercüme edip yayına hazırlamış. Eseri neşreden ise Dergâh Yayınları. Dergâh’ın ikinci şiir kitabı Tedirgin Kanatlar adına taşıyor. Taner Sarıtaş’ın arka kapağa taşınan mısralarıyla yetinelim şimdilik: “Zamanını bekleyen kiraz ağaçları / duvarlara karşı al güller tutan sabır / bizi kurtaracak olan belki de budur / bırak küllerle konuşup durmayı”
Enderun’da Şiir sohbeti
Geçenlerde Yeni Dünya Vakfı’nda yapılan “Bâbıâli Enderun Sohbetleri”nde, şiiri konuştuk, şairlerimiz Adem Turan, Özcan Ünlü ve Şakir Kurtulmuş’u dinledik. Önce Adem Turan’ın Bin Türlü Yama (Hece Yayınları) kitabında yer alan “Yol Duası”na kulak verelim: “İnsan bunaldığı zaman günlerin ağırlığında / Bismillah deyip kendini yollara vurmalı hemen / ve rahatlamak için yolculuğu boyunca / Yol duası almalı ilkin evin büyüklerinden / Yollar uzayıp gitse de, dağlar büyük büyük olsa da / Ayakucuyla, el yordamıyla, göz kararıyla yürü ey yolcu! / Yürü ve korkma, seni diri tutar çünkü / Aldığın dua ve içinde bitmeyen o yolculuk aşkı!” (Hece Edebiyat) Şakir Kurtulmuş da Dağların Açık Yarası’nda neredeyse hergün acı haberler aldığımız coğrafyaya okuyucuyu alıp taşıyor ve düşünmeye davet ediyor: “Kudüs ışığı, kudüs güneşi / yeşil yeşil büyürken / içimde korku dolu bulutlar / yarın kudüs’ten doğacak / Aksa’nın kubbesinden havalandığında yeni bir kuş” (Çıra Edebiyat) Özcan Ünlü ise Hüzün Boşluğu’nda bir rüyanın ardından yürüdüğü yolun ve aradığı sesin hikâyesini şu mısralarla anlatıyor: “Bir rüyaya isim olacağını nerden bilirdim bu yitik sesin, / Nasılsa dünyaya dönerek yürüyoruz, bu böyledir, dedim. / Naylon çamaşır iplerinde gerinen komşu kahkahalarına / Düştü sesim. Şimdi bu yalancı avuntu ancak hüzün boşluğu... // İçimden, bir balkon dolusu saydım. Kiraz ayına kadar, / Sevmek sünnettir kekik kokulu dağları. Geçerken sayılar / Yavaş yavaş, eksilen ömürden bir kibrit çektim. Orta yerinden / Tutuştu sessizliğin öfkesi. İşte bu rüyadır dedim.”
Kitap çok, şiirler bereketli. Bursa’dan Mücahit Koca’nın Sur’dan çıkan eserlerine bakarsak yerimiz almayacak. Şimdilik Koca’nın kitap isimleriyle yetinelim: Yaşlı İlhamlar, Dağcı, Cennet İlham Eden Şairler, Dava, Konuşmalar, Başka Şair Yok.
Gündem, ruhumuzu yorup yüreğimizi bunalttığında sığınacağımız yer şiir iklimidir. Öyleyse bütün şairlerimiz var olsun, sağ olsun. İyilikle ve şiirle kalın.