Şair mi Filozof mu?
Şair Nâbî;
gerçek manada hem şiirini hem de nesrini düşünceye, düşündürmeye adamış; bu
özelliğiyle de edebiyat ve kültür tarihimizdeki yerini almıştır. Bu yönüyle
Şair Nâbî, İslam Felsefe Tarihi açısından da önemli bir kilometre taşıdır. O,
her ne kadar Kemal Paşazade gibi medresede İslam felsefesi alanında dersler
vermese de şiirlerinde derin bir felsefe bilgisine sahip olduğu ve bu altyapıyı
kullandığı aşikârdır. Zaten bu nedenledir ki felsefenin İslam dünyasında
karşılığı olan “hikmet” kavramına mütealik şiirler yazdığı için kendisine
hikmet şairi, hikemi şiirin kurucusu denilmiştir.
Şair mi
Filozof mu? Sorusuna cevap bulabilmek için önce hikmet ile felsefe tanımını
bilmek gerekir ve bu iki disiplini mukayese etmek gerekir. Hikmet, kâinatta
bütün olan bitenlerin esasını bilmektir. Hikmet, tümel bir bilgidir, yani her
şeyi kuşatır. İnsan düşüncesinde bugün algı dönüşümü sonucu felsefe ön plana
çıkarılsa da felsefesinin hikmet gibi kuşatıcı bir tarafı yoktur. Felsefe,
hikmeti sevme ve ona yönelme (philo sophiya: bilgelik sevgisi) anlamında bir bilgidir. Doğru bilgiye ve
hakikate ulaşmada hikmet bir çatı rol görevi üstlenir.
İslam Alimi Râzî’nin hikmete dair şu tanımı
önemlidir. “Eşyanın hakikatini bilme, güzel ve isabetli işler yapma”
anlamındaki hikmet Allah’ın yalnızca peygamberlere veya Müslümanlara bir lutfu
değildir. Sonuçlardan sebeplere gidebilen tefekkür fiili esasen aklî bir
yöneliştir; ancak doğru bilgiye ulaşan akıl sahibi, hikmete sadece kendi aklî
başarısıyla ulaştığına inanırsa ona ulaşmasını mümkün kılan gerçek sebebi
kavrayamamış ve dolayısıyla hikmetten uzaklaşmış olur.
Hikmet ile felsefe ilişkisini Hz. İbrahim’in
mağaradan çıkış metaforuyla anlatabiliriz. Hz. İbrahim’in babası bir gün onu
mağaradan çıkartmıştı. Önce güneşi görüp rabbim budur demesi, sonra ayı ve
yıldızları görüp her biri için rabim budur demesi bir felsefedir, Hz. İbrahim, çocukken
bile akıl yürütmektedir. Fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, “Ben
böyle sönüp batanları sevmem” diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını
ifade etmesi ve bütün bunları yaratan bir varlığın olacağını sezmesi ise
hikmettir. Çünkü Allah, Hz. İbrahim’in kalbine muhkem bir bilgi indirmiştir.
Allah bu olaya hükmetmiş aynı zamanda Hz. İbrahim’in karşılaştığı bütün bu
tabiat olaylarına hâkimdir. Ayette Allah, hikmeti dilediğine verir; kime hikmet
verilmişse ona çok hayır verilmiş, denilmektedir; ancak akıl sahipleri
düşünürler. Denilmiştir. Burada hikmetin Allah için kullanıldığına dikkat
edelim.
Bugün neden bizim bir filozofumuz yok demek
aslında neden ilk romanları biz yazmadık anlamına geliyor. Bu açıdan Nâbî için
bir filozof denilebilir ama tanım eksik kalır.
Nâbî’ye göre bütün mümkün varlıklar, Allah'ın sanatındaki dergâhta
bir hizmetçidir. O’nun izni ve emri dışında hareket edemezler, varlıkları
tamamen O'na bağlıdır. Nâbî divanından aldığımız aşağıdaki beyit buna örnektir:
İdüp dûlâb-ı istiğnâyı gerdân cûy-ı cûd üzre
Riyâz-ı ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Günümüz Türkçesiyle:
"Cömertlik ırmağı üzerinde ihtiyaçsızlık dolabını döndürüp,
mümkünatın ihtiyaç bahçesini suya doyurmuştur."
Yukarıdaki beytin şöyle bir tahlile de ihtiyacı vardır. Beyitte genel
olarak, Allah'ın cömertliği ile varlıkların tüm ihtiyaçlarını fazlasıyla
verdiği anlatılmaktadır. Beyitte yer alan
"istiğna" (ihtiyaçsızlık) ve "mümkinat" (olabilir olanlar) sözcükleri felsefi bilgi gerektiren kavramlardır. İmkân delilini açıklarken varlıkların, mümkün ve vacib olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmiştik. Burada geçen "mümkinat" sözcüğü ile başta insanlar olmak üzere tüm varlıklar kastedilmiştir.