Sahnede ölmek
Ölüm doğumdan daha gerçek. Ama biz yine de o hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Doğrusu, hayat bizi varlığına alıştırarak ölümü unutmamızı talep ediyor, kendine yakınlaştırarak ölümü uzaklaştırıyor. Aramızda, ölüme en uzak durduğunu sananlar hayata en çok bağlı olanlardır. Boyu hayattan küçük olanların ölümü görmesi elbette mümkün değil. Ölümü görmeyenler ölümün faturasını da göremez. Böyleleri için ölüm göz ile havanın kurduğu ilişkiye benziyor. Hava orada, gözün hemen yanında, onun gözeneklerinden her an içeri giriyor ama göz onu görmek yerine ilerideki çimenlere, bulutlara, ağaçlara, kayalara bakıyor. Bu ikisi arasında durarak, bu ikisini birbirine bağlayan aracıyı ıskalıyor. Göz, görüntüye ne kadar aşıksa, hava aradan o kadar çekiliyor, göz görüntünün ne kadar içindeyse ölüm onun o kadar dışında kalıyor. Yaşamın güzellikleri kanımıza karıştıkça ölüm uzaklaşıyor, bir noktadan sonra artık görünmez oluyor. Bu noktadan itibaren ölüm, olsa olsa başkalarının ölümüne şehadet üzerinden aynel yakin olarak değil ilmel yakin olarak dolaşıyor ortalıkta.
Her gün, her şehirde, her beldede
insanlar ölüyor. Çam ağacının sararan yapraklarını usulca yere indirmesi gibi
insanlık ağacı da sararan yapraklarını toprağın altına salıp yeşil görüntüsünü
muhafaza ediyor. Ama elbette arada bir nasıl kasırgalar ağacın gövdesini
sallar, dallarını gövdesinden hunharca ayırırsa dünyadaki savaşlar da henüz
filizlenmiş yaprakları insanlık ağacından koparıp alıyor. Hatta bazen fırtınaya
bile gerek yok. İnsanlıktan nasibini almamış birileri insanlık ağacına dadanıp
elinde ne var ne yok gövdeye saldırıyor, onun bütün güzelliğini göz göre göre
tarumar ediyor. Diğer bazıları da sıranın nasılsa kendine gelmeyeceğini
düşünürek bulunduğu yeri muhafaza etmeye çalışıyor.
Eğer İsrail’in Filistinlilere
yönelik katliamı fırtına olup ormana yönelse ve birkaç çam ağacı devrilse orman
ayağa kalkar, aynı hizaya geçer, onu korurdu. En azından henüz filiz vermiş
dalları korumak için iri dallar perde olur, onun muhafazasına çalışırdı. Eğer
ormana vahşi bir hayvan saldırsa hayvan ahalisi bir olur onu oradan def etmek
için elli türlü çare arardı. Ama söz konusu olan insanlık ormanının tarumar
edilmesiyse dünyanın hiçbir yerindeki hiçbir insan rahatından taviz verip
harekete geçmez. Onlar için, en azından şimdilik ölüm sadece Filistin’e ve
Filistinlilere özgü bir durumdur. Sanki melekler dünyanın her tarafına çocuk
indiriyor ama Azrail sadece Filistin’de dolaşıyormuş gibi. Aralarında İslam
beldelerinin de bulunduğu iki yüz küsur devletten sadece birinin, Güney
Afrika’nın İsrail katliamını durdurmak ve çocuk ölümlerini ortadan kaldırmak
amacıyla harekete geçmiş olmasının anlamı budur. İnsanlık ormanında vicdan
kurudu. İnsanlık ormanında merhamet yağmurları yağmıyor. İnsanlık ormanında
sevgi yelleri esmiyor. İnsanlık ormanında, kuru, yakıcı bir hırs ateşi var:
Kendisi hiç ölmeyecekmiş gibi başkalarının ölümüne seyirci kalmak.
Oysa her gün, her saat, her saniye
ölüyoruz. Herkesin yaprakları kendi dibine düştüğü için bu ölümler başkaları
tarafından görülmüyor. Adam, televizyondan İsrail’in attığı bombalarla yıkılan
binaların enkazları altındaki çocukların cansız bedenlerine bakıyor. İçinden,
şöyle bir hüzün dalgası geçiyor, sonra mutfaktaki karısına sesleniyor: Bugün
alışveriş yapmayacak mıydık? Hazırlanıyor, dışarı çıkıyor, AVM’ye gidiyorlar.
Ufak tefek bir alışverişin ardından AVM’nin son katından, hakim tepeden şehri
seyrediyorlar, kahvelerini yudumluyorlar. Hayat ne de güzel diye geçiriyor
içinden adam, ağrım yok, sızım yok, geçim derdim yok, çocuklar büyüdü, her şey
yolunda. Sonra ansızın alnının tam ortasında ağrı hissediyor. Ağrı büyüyor,
görüntüyü bulanıklaştırıyor, bulunduğu yere yıkıyor adamı. Karısı telaşla
ambulans çağırıyor. Acil, kan tahlilleri, şu bu, beyninde tümör teşhisi
konuyor. Nasıl yani? Bir saat önce her şeyi yolunda giden, şehrin tepesinden
şehrin güzelliklerini, hayatın zirvesinden hayatın sonsuzluğunu seyreden adamın
beyninin içinde bütün bunlara ihanet eden bir usare, bir öz mü varmış? Nasıl
yani? Daha bir saat önce… Ve bir saat sonra her şey değişebiliyor. Adam apar
topar ameliyata alınıyor, masada kalıyor, ölüyor. Bu kadar. Hepsi bu. Hayat bu
işte. Filistin’de de bu, İstanbul’da da Paris’te, Pekin’de de…
Hayat tiyatro seyretmekten biraz
farklı. O seni de oyuna dahil ediyor. Sahnedekine gülen adamlar da ölüyor.
Sahnedekine üzülen adamların başına da iş geliyor. Sahne aynı zamanda koltuk,
koltuk aynı zamanda sahne. Locadakiler, krallar da ölüyor. Öyle ya da böyle
ölüm herkesin boynunda asılı ip olarak duruyor. Ölüyorsun kardeşim, ha
Filistin’de çocuk, ha Türkiye’de büyük. Ha Filistin’de kadın, ha Londra’da
teyze… Ha Filistin’de böğrüne kurşun
değerek ha Ankara’da beyninin içindeki kanser urunu fark ederek… Öldürenler de
ölüyor, öldürülenlere seyirci kalanlar da. Herkes ölüyor, her çam yaprak döküyor,
her dal kopuyor ve hayat böylece devam ediyor, ettiriyor kendisini. Ölüm
dışarıdan gelip bizi bulan bir şey değil ki o gelince yolumuzu değiştirelim? O
bizden önce ve bizim için, tam da bizden dolayı sahneye yerleştirilen bir şey.
Sahnede ve savaşta ölenlere niçin üzülelim ki? Ölüm gelince, a, bu da nereden
çıktı diyenlerin durumu daha trajik değil mi? Ölümünü ertelemeye çalışanlara,
ölüm geliyor diye yolunu değiştirenlere daha çok üzülmemiz gerekmez mi? Sahnede
ölenlere kahraman, yatakta ölenlere ölü denir.