Sahhaflar ve sahifeler (ı)
Ömrümün hâsılı
rûhum gibidir iş bu kitâb
(Lâedri)
Kitap: İstikbale yollanan mektup, meçhule açılan kapı,
tılsımlı bir saray ve mumyalanmış bir tefekkürdür, der
Cemil Meriç. Kadim zamanların büyük dehalarının yolladığı bu kıymetli
mektuplar, her zaman ve zeminde bir alıcı bulmuştur muhakkak. Bu nadir
eserlerin elimize ulaşmasında bize aracılık edenler zamanla en eski ve kadim
mesleklerden biri haline gelmiştir: Sahhaflar/kitapçılar…
Fatih devri ulemasından Molla Hüsrev’in kendi el yazısı ile kaleme aldığı bir eserinin altmış bin akçeye satılmış olması, o devirde yazma esere
verilen önemi ifade etmektedir. Yine Kanuni zamanında Nakkaşhaneden birçok
güzide sanatkâr yetişmiştir. Kitaplar, yazı, tezhip ve minyatürle süslenerek,
büyük bir tekâmül geçirmiş, bu arada birçok şaheser ortaya çıkmıştır. Hiç
şüphesiz kitap merakının artması birçok sanatkârların yetişmesine de vesile
olmuştur. Devlet adamları konaklarında kütüphaneler vücuda getirerek, nadide
eserleri toplarken küçük de olsa tefekkür sahibi her insanın evinde bir
kütüphane bulundurması bir âdet haline gelmiştir. Böylece
kitap sevgisi, bizde kadim zamanlardan kalma bir geleneğe dönüşüvermiştir
denilebilir. İlim adamına karşı saygı gösteren aziz milletimiz, kitaba karşı da
aynı hürmeti beslemiştir. Yazının muhtevası ne olursa olsun sokakta tesadüf
edilen yazılı bir sayfanın ayak altına alınması günah sayılmış ve yerden
kaldırılıp ya yakılmış ya da bir ağacın kovuğuna bırakılmıştır.
Eski Yunanlılarda olduğu gibi şark ilminin
merkezlerinden olan Bağdat, Şam, Halep, Endülüs, Buhara’da birçok sahaf, bu
mesleği yükseltmek için çabalamışlardır. İstanbul’da sahhafların muayyen bir
yerde yerleşmesi, Fatih devrine rastlar. Üç dört asır evvel İstanbul’da yapılan
bir sayımdan 50 kadar sahaf dükkânı, 300 kadar da kitapçı esnafı bulunduğunu
öğreniyoruz.
Gürlek Hoca’nın bir
kitabında kitaplara adanmış ömürlerden birinin vasiyeti hayli dikkatimi
çekmişti. Kitaplarının nerede, hangi sahhafın riyaseti altında satılacağına ve
kitaplarının kimlere satılmaması gerektiğine kadar bilgiler yer almaktaydı bu
vasiyette: Aşağıda sayacağım yerlerde ve
kimselerde kitaplarım vardır. Onlar Sahhaflar Çarşısında Şeyh Hacı Muzaffer
Efendi’nin riyaseti altında mezatta satılsın. Mezada Arslan Kaynardağ adlı
kitapçıyı sokmayın. Çünkü aldığı kitapları ecnebiye satar. Evlad-ı vatan bu
kitaplardan mahrum kalırlar. Aşağıdaki listedeki kitaplarım hayli para tutar.
Bu para ile hemen techiz ve tekfin görülsün. Edirnekapı Mezarlığı’nda Ahmet
Naim ile Muallim Cevdet Bey’in kabirleri yakınında bir mezar satın alınsın”
Derdi sadece ticaret olmayan merhum sahhafın hassasiyeti gerçekten dikkat çekicidir ki bazı kitapçılara kitaplarının satılmamasını vasiyyet buyurmuştur. İstisnalar bir kenara bırakılırsa günümüz sahhaflarının durumu da içler acısı değil midir ki? Başta İstanbul sahhafları olmak üzere bir vesile ile gittiğim şehirlerin sahhaflarını ziyaret eder, hele gerçek bir sahhaf ise onlarla hasbihale tutuşurum. Kitap sohbeti kadar ruha ferahlık, zekaya kıvraklık ve kalbe huzur veren sohbet pek azdır. Görüşmüş olduğum sahhafların bazılarının kitaplarından ilgimi çekenleri alıp bu kitaplar üzerine konuşmak istediğimde, bir de bu kitaplar Arap harfleri ile yazılmış Osmanlıca metinler ise kitap hakkında konuşmayı bırakın çoğu zaman bu kitapçıların! kitabın adını dahi telaffuz etmede sıkıntı yaşadıklarını gördüm. Kısa bir konuşmadan sonra kitabın fiyatını sorduğumda hemen bilgisayarın tuşlarına dokunup “hele bir google”a sorayım bize ne fiyat verecek, der. Ya da daha önceden sanal mezatlarda verilen fiyatlara yakın bir fiyatı yazıp kitabın bir köşesine yapıştırmış olduklarını görürüm. Neden bu kitabı belirlenen fiyata sattığını ise kendisi dahi bilemez. Hemşerimiz Ali Emîrî Efendi, muhtelif yazılarında kültürel mirasa sahip olunmamasını, bir kısmı da yazma olan eserlerin talan edilircesine memleketten çıkarılmasını şiddetle eleştirir. Batılı koleksiyonerlerin kol gezdiği bir ortamda, ilgili kurumların gereken önlemleri almak bir tarafa Dîvânu Lügâti’t-Türk örneğinde olduğu gibi bu yönde bir şuura ve yetkinliğe sahip olmamasının, İstanbul’un adeta bir yazma eser çarşısı hâline gelmesine, bu yolla başta minyatürlü eserler olmak üzere birçok kıymetli yazmanın yurt dışına çıkarılmasına sebep olduğunu ifade etmektedir. Yâ Kebîkeç!