Dolar (USD)
34.60
Euro (EUR)
36.32
Gram Altın
2973.35
BIST 100
9638.69
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
21 Haziran 2019

“Sağduyu” Galip Gelir mi?..

Sona geldik sayılır…

Kısmetse Pazar günü “yine” sandığa gidilecek…

İstanbul’da oy kullanma hakkı olan da olmayan da bu seçime kilitlenmiş durumda; “mânâ” yine çok büyük, 2023’e giden yolun en belirleyici aşamalarından biri.

Efendim…

“Tefekkür”e saatleri biraz geriye alarak başlayalım:

Çokları Gezi Olayları’nın “tertipçiler açısından” başarısızlıkla sonuçlandığını öne sürerken, ben çok farklı bir noktadan bakmıştım konuya.

Gezi bir “prova”ydı, “benzemezleri” orada bir araya getirerek, gittikçe olgunlaştırılacak “yıkım projesi”ni başlatmış oldular.

Gezi Olayları’nın ilk anlarındaki “ateşi alevlendiren şedit baskın”ı tezgâhlayan “derin yapı”, organizasyonun kuvvetlenmesine “hizmet” etti.

Gezi Olayları’nı arka plânda tezgâhlayanlar, oluşturulan tablonun “politik birlikteliğe” evrilmesini hedefliyorlardı.

Bu süreçte hep, “Gezi Ruhu”nun devam edeceğini ve “Başaramadılar demekte aceleci olmamak gerektiğini” söylemiştik çeşitli vesilelerle…

Şimdi…

O çerçeve büyük ölçüde ete kemiğe bürünmüş durumda…

Görüyorsunuz, “Gezi”de kim varsa bugün de “proje”nin içinde, fazlası var, eksiği yok…

28 Şubat’ın o meşhur “tekelci sermaye grubu”nun neler yaptığı da malûm.

Süreç içinde, iktidarın ve çıkar için iktidara yanaşanların stratejik hatalarıyla beslediği bu oluşumun nereye kadar bir arada tutulabileceği ve hangi sonuçları üretebileceği şu an itibarı ile belirsiz.

İstanbul seçiminden çıkacak sonuç, bu konuda bir ölçüde “aydınlatıcı” olacak.

“Sağduyu” kazanırsa, Türkiye’nin önünde yeni sistemi oturtabileceği, temel meselelerine odaklanabileceği ve 2023’e daha rahat bir psikolojiyle hazırlanabileceği bir imkânlar seti olacak.

Tersi olursa…

Nasıl yıkacağı konusunda gittikçe uzmanlaşan ancak nasıl yapacağı konusunda en ufak bir fikri, en ufak bir hazırlığı olmayan “İttihatçı” yapı “istikrarsızlığı” körükleyecek.

İstanbul’dan büyük bir yıkım dalgası harekete geçecek ve sonrasında “yıkma” ve “ yıkılmama” arasındaki mücadelenin sertleştiği, bunun da başta ekonomi olmak üzere bütün “kritik” alanları sıkıntıya soktuğu bir süreçten geçilecek.

Bugünlerde öne çıkan “sağduyu” tablosu değil;

“Hisler” pompalanıyor ve suni bir “mağduriyet” algısı ile “bıkmışlık, kin, nefret” gibi negatif duygular üzerinde sörf yapanlar algıyı yönetmekte çok önde görünüyor.

İktidar cenahından da karşı tarafın oturtmaya çalıştığı “suni mağduriyet algısı”nı besleyen “isabetsiz” çıkışların geldiğini görüyoruz.

Projelerini, bugüne kadar yapılanlar ve bundan sonra yapılacaklar üzerinden “pozitif” propaganda malzemelerini öne çıkartması gereken…

En avantajlı olduğu alandan istifade etmesi gereken iktidar, maalesef “otel” tartışmalarına kilitleniyor, böyle olunca da bahsedilen “rakip” oluyor…

“Reklamın iyisi kötüsü olmaz!” diyen ve dedirten bir rakibe “bahsedilme” üstünlüğünü sunmak bence doğru hareket değil.

Amma velâkin asıl meselemiz de bu değil; bu değil ey vatandaş, bu değil.

İletişimde, söylemde kim ne kadar hata yaptı/yapmadı meselesinin ötesinde, vatandaşlar olarak İstanbul için, Türkiye için, insanlık için hangi tercihin daha “olumlu” sonuçlar vereceğini dikkate almak gibi çok mühim bir sorumluluğumuz bulunuyor.

Dahası…

Bir tercih hatası, bütün bir memleketi perişan edebilir; bunun da hesabı iyi yapılmalı.

Tefekkür:

Rahmetli Abdülhamit Han döneminde yaşıyor olsaydık, nasıl bir tutum takınmıştık?

Elbette Rahmetli Abdülhamit Han’ın da hataları vardı, eksiklikleri vardı ama büyük resim O’nun Devlet’in bütünlüğü ve varlığı açısından ne kadar “hayati” bir noktada bulunduğunu gösterdi herkese.

Rahmetli’yi “hislerinin” ve “dolduruşa gelişlerin” etkisinde kalarak hedef alan bazı samimi aydınlarımız, başa gelenleri gördükten sonra “pişmanlık”larını izhar ettiler ama…

İş işten geçmişti bir kere, Osmanlı “fiilen” bitmişti.

Cihan Devleti’ni yıkmak isteyenlerle “işbirliği”ne yönelenler ve bunların peşlerinden “saf niyetlerle” gidenler, başta Balkanlar ve Anadolu olmak üzere, koca coğrafyadaki felâketlerin müsebbipleri arasında yer aldılar.

Siyonist merkezlerde üretilen “özgürlük” ve “zenginlik” vaatlerine kananlar, Osmanlı’nın yıkılışını hüzünlü gözlerle izlemek durumunda kaldılar.

Memleketin elden gittiği anlaşıldıktan sonra, “Devrik Padişah”ın huzuruna çıkanlar, “Dua etmekten başka yapılabilecek hiçbir şeyin kalmadığı!” cevabıyla karşılaşmışlardı biliyorsunuz…

Efendim, bugüne gelecek olursak…

Bir şeylere kızmak mı?..

Elbette…

Benim de kızdığım, yanlış bulduğum, “Böyle de olmaz ama!” dediğim meseleler hiç de az değil.

Merhum Abdülhamit Han döneminde eli kalem tutanlardan biri olarak yaşasaydım, o dönemdeki bazı uygulamalara dair de benzeri duygular taşırdım büyük ihtimalle.

Amma velâkin, her şeye rağmen “sağduyuyu” elden bırakmamak ve her şeye rağmen “büyük resmi” gözden kaçırmamak…

Merhum Abdülhamit Dönemi’nde yaşasaydım, tavrım böyle mi olurdu acaba?

Ya sizin, sizin tavrınız nasıl olurdu?

Tefekküre davet.

O yoğun “algı operasyonları”nın tozu bulutu arasından gerçeği görebilir miydik, elbette meçhul.

Yani dostlar…

“Duygular ağır basınca” sağduyu bir ölçüde devre dışında kalabiliyor.

İyisi mi…

Sağda solda denilenlere, yapılanlara, sosyal medyada yaşananlara biraz göz, kulak tıkamakta…

“Büyük Resim” bize ne diyor, onu kavramaya çalışmakta fayda olabilir.

Allah kararımızdan dolayı “pişmanlık” yaşatmasın, utandırmasın.

Âmin.