Saf Toplum, Toplumsal Saflık (1)
Görünürde iki anlamı var saflığın: Temizlik ve acziyet. Ancak buna, modernleşmeyle birlikte üçüncü bir anlam yüklenmiştir: Yok etme… Saflaştırma kavramı politik bir terime dönüştüğü andan itibaren ayaklarını temiz ve aciz kalma alanından bir adım geriye çeker ve yok etme anlamına rücu eder. Bu, o kadar böyledir ki binlerce yıl kötülükten arındırılmış anlamında kullanılan “temizlik” bile soykırım anlamına tahvil edilmiştir modernleşmeyle birlikte. Aslında bir yönüyle mutlak ve duygudan arındırılmış kristalize zekanın saf insana yaptığının bir benzerini, toplumsal anlamda modernleşme geleneksel toplum kurgusuna yapmıştır. Böylece hem bireysel hem de toplumsal anlamda katışıksızlık ve bozulmamışlık karşılığı olarak saf kelimesinin içeriği, kötü ve ayrıksı olanın ayıklanması yerine muhalif olanın yok edilmesi, kendi dışındakinin tamamen ortadan kaldırılmasına irca edilmiştir. Normal haliyle “saf toplum” tabirinin, kötülük ile arasına mesafe koymuş, birbirinden farklı ögelerinin yekdiğerini tamamladığı, senfonik bir birliktelik gösteren, birinin eksiğini diğerinin giderdiği idealize edilmişliği işaret etmesi gerekirken; günümüzde merkez ırk, din, anlayış, ideoloji, düşünce ve eğilimden uzak düşen merkez dışı anlayışları ortadan kaldırmak anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda, ister istemez toplumsal saflık da kendi dışındaki toplumlardan geride kalmış kolektif bir bilmezliğe, geri kalmışlığa işaret eder hale gelmiştir.
Bu yazının teorik zemini bir tarafa bırakılırsa belki saflık gerçekten de işlenmemişliği ifade ettiği için negatif duygulara kapı aralama potansiyeli de taşımaktadır. Öyledir, öyledir belki bir bakıma ya, dünyanın sadece zeka ile görülebileceğine bir türlü ikna olamıyor insan. İçine duygunun karışmadığı hiçbir bakışın görüntüyü net vermeyeceği kanaatini taşıyorum. Bu bakımdan da net bakışın vazgeçilmez ögelerinin biri de saflık olmalı diye geçiyor içimden. Saflık; derinin, derinle bakışması olduğu için hatta en büyük kavrayışların, zeka üstü ve dehaya özgü kavrayışların saflık egemen bakışların ürünü olduğunu düşünüyorum. Elbette zeka kendi başına şeytani, duygu kendi başına rahmani değil. Her ikisi de bağlamına göre iyi yahut kötü eğilim taşıma kabiliyetine sahip. Burada, duyguları göğe çıkaracak, zekayı yerin dibine batıracak halimiz yok. Zeka, her durumda duygudan önce insanı insan yapar. Zeka ile kavrarız hayatı, ölümü, ölüm sonrasını, Tanrı’yı ve öteki insanları. Ancak tek başına, zekadan ibaret bir bakışın zehirli olduğunu da kabul etmek gerekiyor. İpler tamamen zekanın eline bırakıldığında ayakları yerden kesilmeyen atmosfersiz bir uzanıştan, tamamen duyguların eline bırakıldığında ise ayakları yere değmeyen mevhum bir dağılıştan ibaret kalır. Bununa beraber zeka için saflık, bilme ve kavrama arzusu olarak bilime; katışıklık ise fetih ve zaptetme olarak siyasete işaret eder.
Saf insana zeka aşağılayarak, duygu sahiplenerek bakar. Zeka altedilmesi, duygu ele geçirilmesi gereken özne olarak görür saf insanı. “Safın tekiyim ben” dediğimizde kendimize yönelik “her an kandırılabilme” potansiyelinin altını çizmiş oluyoruz. Elbette derinlerde, bu kandırılmanın tetikleyicisi bir temizliği de varsayarak. Ama yüzeydeki kandırılma potansiyeli o kadar güçlü ve öylesine görünür ki derinlerdeki temizliğin görülmesi için bilincin bir an duraklaması ve kandırılma öznesine merhametle yoğunlaşması gerekir. Belki de kötülerin saflara yönelik saldırısının sürekliliğini sağlayan bu birkaç saniyelik bakışı bile saf insanlardan esirgemiş olmalarıdır.
Nesneler yahut insanlar için söz konusu olsun, her durumda saflık ilk elden kusurdan ziyade doğallığı ifade ediyor. Nesneler için biraz daha fazla olmak üzere özünden uzaklaşmamışlığı, varlık sınırlarının dışına çıkmadığı gibi dışarıdan her hangi bir başka öğeyi de kendine bulaştırmamışlığı işaret ediyor.