Sadece bir parçamız Tanrı’da
Kimlikler niçin parçalandı? Şizofrenik durumlar niçin artıyor? Başgösteren insan krizinin sebepleri nelerdir? Din, tüm bu süreçler içerisinde nerede duruyor? Acaba bu krizden bir çıkış yolu mümkün müdür? Bu ve benzeri soruları birbiriyle ilintili biçimde çoğaltmak mümkündür.
Kolakowski’nin tabiriyle din, daha önce şamil-i mutlak bir kategori idi. Yani insan hayatının bütününü kapsıyor ve cevaplar üretiyordu. Berger, dinin bu rolünü “kutsal şemsiye” ya da “kutsal kubbe” şeklinde ifade etmektedir. Geçmişte söz gelimi şamanlar, sadece insanların dini ayinlerini yöneten ya da din konusunda onlara yol gösteren kişiler değildiler; aynı zamanda bir hayat danışmanlığı yapmaktaydılar. Bu, sadece şamanlar için geçerli değildi kuşkusuz. Modern zamanlara gelinceye kadar din adamlarının, dinin anlaşılma biçimi ve konumundan kaynaklanan, hayata doğru yayılmış bir rolleri vardı. Kolakowski, tam da bu sebeple dinlerin istiap haddinin geniş olduğunu belirtir.
Modern zamanlara gelindiğinde süreç içerisinde bu durum değişmiştir. Her şeyden önce sekülerleşme süreci ile birlikte Batı’da metafizik dışındaki dünyaya ait tüm yetki ve söylemler elinden alınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak sosyolojik, antropolojik (insana dair) vb. söylemler özelleşerek farklılaşmıştır. Dinin burada bir alan daralmasına uğradığı kesindir. Bu anlayış bu zamana kadar farklı biçimlerde tecrübe edildi. İnsan, Tanrı’dan bağımsızlaşarak daha fazla özgürlük elde ettiğini, bir otonomi kazandığını düşündü.
İnsan aslı itibarıyla kendi içinde bütünsel bir varlıktır. Nihayetinde farklı boyutları olsa da, bunları en üstte belirleyici bir ilkeden hareket etmesi lazımdır ki, parçalanma yaşanmasın. Halbuki Van Der Loo ve Van Reijen’in ifadesiyle modernleşmenin ortaya çıkardığı “farklılaşma”, en başta insanda bir paradoks ve parçalanma meydana getirmiştir. Tabiri caizse bugün insanın her bir parçası farklı paradigmaya göre çalışmaktadır. Belki Ömer Özbay’ın “Biz günde bin kez tih çölündeyiz/yanımız Tûr-i Sina yöremiz Kızıldeniz/Saygımız sonsuzdur Firavn efendimize/Lakin cümleten Musa’nın müritleriyiz” şiirini burada hatırlayabiliriz.
İlk önce hayat kutsal ve kutsal olmayan diye ayrılınca, Berger’in ifadesiyle kutsal kubbe parçalandı. Yine tabiri caizse insanın bir parçası Tanrı’da kaldı, diğer parçaları ise farklı yerlerde bir temellükün konusu oldu. Şimdi insana çok farklı yerlerden gelen tasallutlardan bahsetmek olasıdır. İnsan üzerinde mülk iddiasında olan diğer parçalı hakikatler (!) ondan farklı şeyler istemekte, hayatını nasıl yaşayacağını söylemekte ve credo talep etmektedirler. Böylece parçalanan insan, farklı efendilerinin arasında bocalayıp durmaktadır. Bunun sonucu ise parçalanmış ve giderek şizofrenik hale gelen kimlikler olacaktır doğal olarak.
Şimdi en tipik gerilim din ile psikoloji arasında yaşanmaktadır. Psikoloji bugün yükselen bir trende sahiptir. Öyle ki, din gibi bir işlev kazanmıştır. Medyadan telkinlerle (herkesin bir psikoloğu olmasının gerekliliği vb.) psikologlar ve hatta yaşam koçları “şaman” gibi işlev görmektedirler. Fakat burada öncelikle dinin aşkın karakteri ve psikolojinin içkin sınırlılığı arasında insan bir sıkışmışlık hali yaşamaktadır. Zira bu ikisinden insana telkin edilenler farklıdır.
Tevhid’i sadece bir iman ikrar formülasyonu olarak görmek yanıltıcıdır. Tevhid, evrenin, insanın; hasılı tüm varlık âleminin holistik bir düzen içinde varlığın ve kaynağın yegane Tanrı olduğunu söyler. Netice olarak insanın birleştirilmeye ihtiyacı var.