Saçmalama hakkı
Koronalı günlerin hayatımıza kazandırdığı yeniliklerden birisi de internet vasıtasıyla yayınlanan tartışma programları.
Sosyal mesafe de ne demek, birisi evinde diğeri damında kişiler oturuyor başlıyorlar yarenliğe.
Anlayacağınız mesafe metrelerle değil kilometrelerle korunuyor.
Geçenlerde işte yine böyle bir programın paylaşımına maruz kaldım. Yarısından sonra dinlediğim programın iki aktörü vardı:
İlki, kırk yılını heba eden adam; diğeri ise bilim adamı- pardon- insanı idi... Üstelik de profesör...
Taraflar derin konularda seke seke gezerlerken söz döndü dolaştı ‘ruh’a geldi.
Kırk yılını heba eden adam karşısındaki bilim insanını sınarcasına biraz da azarlama tınısı ile “sence ruh var mı?” diye soruverdi.
Soru son derece açıktı: İnsanın bir bedeni/cismi vardı; peki, ya ruhu? Ruhu var mıydı? Muhatabına işte bunu tevcih etmişti, kırk yılını heba eden adam.
Soru karşısında bilim insanı çok bariz bir şekilde önce bir “gulp” yaptı, sonra da utangaç bir eda ile “Kur’an’da ruh hakkında size çok az bir bilgi verilmiştir” ayetini silik bir ses tonu ile okudu.
Oysa ondan beklenen” ne yani sence yok mu?” diyerek, topu, kırk yılını heba eden adama geri göndermesi iken bunu yapmadı, yapamadı.
Kırk yılını heba eden adam her zaman olduğu gibi kendisinden çok emin bir eda ile “orada ruh’tan kasıt melek Cebrail’dir” diyerek bilim insanına cevap verdi.
Hâlbuki ben tam tersini hatırlıyordum. Ertesi gün başta Râzi’nin ki olmak üzere tefsir kitaplarına baktım. Haklıydım. Ayette bahis konusu edilen “ruh” tan kasıt, Cebrail değil insana üflenilmiş olanı idi... En azından ağırlıklı olan görüş bu idi.
Sonra, kırk yılını heba eden adam felsefede “ruh” hakkındaki görüşlere tıpkı Üsküdar kıyısında boğaza balıklama atlar gibi şöyle bir daldı ve çıkış yaptı;“psûkhé “ ve “modifikasyon” gibi cafcaflı sözlerin eşliğinde kast edilenin yaşam soluğu, dirilik olduğunu filan izah ediverdi.
Anlaşılan kırk yılını heba eden adam, Antik Yunan felsefesinden dem vurmaya çalışıyordu.
Kırk yılını heba eden adamın bu sözlerini işitir işitmez aklıma birden “Kara Atena” geliverdi... Sonra da “kulak çınlamasından kim bilir şu anda ne kadar bizardır ?“diyerek Martın Bernal içimden geçiverdi.
Sohbetin bir yerinde konu ahrete geldi. Esasen gelmesi de sürpriz sayılmazdı; insan, beden, hayat soluğu, ölüm derken elbette ki ölümden sonrasının zihinlere gelmesi son derece doğaldı.
Kırk yılını heba eden adam “aslında herkes nereden geldiğini ve öldükten sonra ne olacağını biliyor da kendisine itiraf etmekten çekiniyor” deyiverdi.
Zihninde vur-kaç taktiği uyguladığı, gözlerinin pırıltısından okunabiliyordu. Amiyane ifade ile ‘çaktırmadan’ içindekini ‘kaş ile göz arasında’ döküvermekti amacı.
Kimsenin günahını almak istemem ama niyetinin yokluğunu ima etmek olduğu zehabını uyandırıyordu.
Bilim insanı sadece dona kaldı.
Ne itiraz edebildi ne de tasdik.
Ezilmişliğin çaresizliğini yaşadığı besbelliydi.
Oysa burada da kendisinden beklenen “ne demek istersiniz, ölümden sonra dirilmek var mı yok mu, hele niyetini açık et, konuyu istifhamlar karanlığında bırakma” demesi iken, bunu diyemedi.
Kırk yılını heba eden adamın yüzüne bön bön bakmakla iktifa etti.
Artık kanaatim kesinleşmişti, bilim insanının tavrı nezaketinden değil acziyeti nedeniyleydi.
Doğrusu, kırk yılını heba eden adam, bu esnaların zevkini doyasıya yaşıyordu.
Bilim insanı konuşmanın her deminde başını bir aşağı bir yukarı sallıyordu.
Müşterek konuları olan “evrim” söz konusu olduğunda, kırk yılını heba eden adam da, bilim insanına iştirak ediyor, o da başını sallıyordu.
Bir aşağıya, bir yukarıya...
Kırk yılını heba eden adam dini konuların ‘düşünme’nin konusu olamayacağını ısrarla vurguluyordu.
Bilim insanı kafa sallıyordu.
Oysa ben bunun sadece taabbüdî hükümler ile sınırlı olabileceğini biliyordum. İçimden itiraz ettim ama ne fayda.
Sonra aklıma birden Hegel geliverdi: Şayet kırk yılını heba eden adam iddiasında doğru ise Hegel “Tarihte Akıl” isimli eserini nasıl yazabilirdi?
Ki o eserde Hıristiyanlığın “Tanrı Krallığı” ilkesinin tasdikinden başka bir amaç güdülmüyor iken.
Belki kırk yılını heba eden adam burada başka “us”sal bir neden bulacak yahut “teslis” ile “us” arasında bizlerin sezemediği bazı görülmez köprüler olduğunu söyleyecektir.
Tıpkı maymunun sırtını düzeltmesinin yavrusunu taşıma ihtiyacından doğmuş olması gibi.
Yahut ısıtmak ve ışıtmak gibi... Oysa bana ilkokulda öğretilenin ısı ve ışık kaynağımızın güneş olduğu idi. Ben buradan hareketle hakikatin kaynağının hep tek olduğunu düşünmüştüm.
Neyse!
Sözümün hitamını bir dua ile bağlayacağım:
Allah gençlerimizi safsataların dejenerasyonundan muhafaza buyursun...
Âmin...