Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Kasım 2022

Rüyanın oyuncakları

Muhtemelen bir rüyanın içinden geçiyoruz. Öncesi ve sonrası şimdiye göre daha bulanık olan ama kendisi de berrak olmayan bir rüyaya yakalanmış, her yakalanmışlıkta olduğu gibi şuuru şırıngayla çekilmiş güçsüz, bitap ve hayat karşısında son derece çaresiz varlıklarız. Öyle ki her eylemimizin gerisinde sanki başka biri var ve biz onun direktiflerini sessiz sedasız yerine getirdiğimiz halde yanlış biçimde, her eylemi kendimizle ilişkilendiriyoruz. En muktedir olanından en kuvvetsize kadar herkes, her şeye uzaktan bakıyor. Ne mekanı kavrayıp içine alacak kadar dirayetli ne de zamanın akışını fark edip onunla yakın mesafeden hesaplaşacak kadar cesuruz. Doğrusu, üzerimizde, her sabah kanımıza karışıp her akşam zehrini dışarı akıtmak istediğimiz ancak bunu bir türlü başaramadığımız için o zehirle yaşamak zorunda kaldığımız görünmeyen, kendisini göstermeyen fakat bütün hücrelerimize sinmiş bir dayatma var. O dayatmaya aklı başında bir cevap veremediğimiz için acı çekiyoruz. Ne yaşadığımız şehrin ne birlikte vakit geçirdiğimiz insanların ne okuduğumuz kitapların ne de hatta aklımızdan geçirdiğimiz düşüncelerin mutlak sahibi, sevk ve idare edicisiyiz. Teorik olarak çok sıkı dokunduğu halde üzerimizdeki ataletten dolayı her şeyin, her an gevşek bir bağlarla birbirine eklemlendiği sanısıyla yaşıyoruz. Bağlantı kurma yeteneğimizi yitirmiş durumdayız. Bir tek şey için tetikteyiz: Rüyadan düşmeme… Yaşamanın, gerçek anlamda ona dokunmanın kaygıya dönüşmediği fakat ne pahasına olursa olsun çevrim dışı kalmanın mutlak reflekse dönüştüğü renksiz bir dünyada yaşamayı, yaşamanın kendisi addetme gafletinden bir türlü dışarı çıkamıyoruz. Varoluşu sadece vasatı korumaya ayarlanmış, hayatı vasatlıktan ibaret sanan, gördüğü manzarayla yetinip dağın ardını merak etmeyen bağlamsız rüya görücüleriyiz. Oradaki gibi biçimlerin arasında dolaşıyor, orası gibi içeriklerin dondurulduğu, resmin değil karikatürün egemenliğindeki şeffaf uzamların mecalsiz birer kuklasıyız. Tetikte oluşumuz bile uykuyu garanti etme, rüyadan uyanmama alıklığına ayarlı. Aynı tetikte oluş, rüyaya özgü bulanıklıklar barındırdığından ya hiçbir şey yapmıyoruz veya yaptığımız şeyler hiçbir şeye benzemiyor.

Bir rüyada değil de gerçekten yaşıyor olsaydık hayatlarımız bu kertede umduğumuza uzak düşmezdi. Yaşama, hakkını vermediğimiz ortada. Onu har vurup harman savurarak, saldım çayıra Mevla’m kayıra mantığıyla çarçur ettiğimiz her halimizden belli. Bir rüyada değil de gerçekten yaşıyor olsaydık gerçekliğin bu kertede uzağına düşmez, en olmadık şeyleri bile normal karşılamazdık. Adalete daha çok sarılırdık, merhameti yüreğimizde daha çok kökleştirirdik, iyiliği daha çok severdik. Sevmekle kalmaz, bu uğurda çaba sarf ederdik. Daha az konuşur daha çok düşünürdük. Arkadaşlarımız konusunda daha seçici olurduk belki. Olanlarla yetinmeye çalışmaz, daha zihni açıkları, daha erdemlileri, daha dişe dokunurları, düşünceleri bizden uzak olsa bile daha aklı başında olanları yakınımıza alırdık. İstediğimiz şehirde yaşama özgürlüğümüzü kullanır, mahkum olduğumuz ve bir şekilde yaşamak zorunda kaldığımızı düşündüğümüz şehirlerde değil, bize kendinden bir şeyler katan, kendini bizimle daha anlamlı gören şehirlere yerleşir, hayata oradan bakardık. Sabah akşam söylenip yine aynı şehrin iğreti kucağında efkar dağıtmazdık. Birinci sınıf kitaplar varken, ikinci, üçüncü sınıf kitapları talim etmez, okuduğumuz her satırda kendimizi bulacağımız, bulduğumuz kendimizi daha çok geliştireceğimiz, geliştirdiğimiz kendimizi daha uyanık kılabileceğimiz yazarların peşinden gider, okumayı uyku getirmenin aracı olmaktan çıkarır, keşfe dönüştürürdük. Bir hedef belirleyip o hedefin önüne önce kendimiz engeller koymaz, aynı sonuçları veren araçları bıkıp usanmadan aynı şekilde kullanmayı sürdürmezdik. Yanlış tarafa bu kadar hızlı koşu, ancak rüyalarda olur.

Hayatın gözü değil, rüyanın oyuncaklarıyız evet. Ve gördüğümüz rüyaya hükmümüz geçmiyor. Zihnimiz bulanık, gözlerimiz bulanık, yüreğimiz bulanık, kulaklarımız sese, burnumuz kokuya kapalı. Körlemesine bir hayat işte… Sınırlarda gezmek yok, sınırları zorlamak yok, sınırları genişletmek yok. Kıyıya çekilmeyenler bütünü nasıl görsünler? Kıyıya çekilmek veya atılmış olmak sürgüne gönderilmek gibi geliyor çünkü merkezin kokuşmuşluğu burnumuzun mayasını bozmuş. Rüyanın oyuncağı rüyayı gerçeğe dönüştürebilir mi? Kumdan gövdeler zamanın dalgalarına direnebilir mi? Dalgalar çizgileri yok ettikten sonra ha kıyıda kalmaya devam etmişsin ha denizin ortasını boylamışsın, ne fark eder? Sen zaten bakmıyorsan renkler, şekiller, boyutlar sahiden var mıdır? Dinlemediğin müzik bestelenmiş, dokunmadığın düşünce örülmüş müdür? Uykunun insanı getirip bıraktığı yer gerçeğin kendisi olabilir mi? Uyumayı tercih edenler, daha baştan rüyanın içine girmeyi kabullenmiş değil midir? Gerçekten ziyade rüyanın egemen olduğu iç dünyalar nasıl gerçek üretebilirler ki? Gerçeğe gözünü kapayanlar neden uyurgezerlikten şikayet ediyorlar, neden korku rüyası gördüklerini söylüyorlar ki? Hayır, uykuyu hayata tercih ederek bunu sen yapıyorsun, kendine. Kötü kitapları okuyan sensin, çevresini vasat arkadaşlarla çevreleyen sen, en kötü idarecileri en tepeye sen koyuyorsun, en iyileri en uzağa sen gönderiyorsun. Etrafını çitle örüp sonra onu demir parmaklıklara çeviren, yeryüzünü hapishaneye çevirip sonra da mahkumiyetine ağlayan sensin.

Rüyayı gerçeğe evriltmek için ne yaptın? Dünyanın korku imparatorluğundan özgürlük bahçesine dönüşmesini istiyorsun. Peki bunun üzerine düşündün, bunun için ne yapacağını tasarladın, bunun için harekete geçtin mi? Başladın mı, küçük bir adım bile olsa ileriye doğru attın mı? Velev ki her adımda bir uçurum beklesin seni, ileriye doğru sağlam bir adım atmayı düşünmüyorsan zaten baştan, daha baştan kaybettin. Hayatını rüyalara adamış insanların gerçeği yaşama şansı yoktur. Rüyalar gerçeği çağırmaz, rüya görenler onu gerçekleştirmeye çalışır.