Rüyanın oyuncakları
Muhtemelen bir
rüyanın içinden geçiyoruz. Öncesi ve sonrası şimdiye göre daha bulanık olan ama
kendisi de berrak olmayan bir rüyaya yakalanmış, her yakalanmışlıkta olduğu
gibi şuuru şırıngayla çekilmiş güçsüz, bitap ve hayat karşısında son derece
çaresiz varlıklarız. Öyle ki her eylemimizin gerisinde sanki başka biri var ve
biz onun direktiflerini sessiz sedasız yerine getirdiğimiz halde yanlış
biçimde, her eylemi kendimizle ilişkilendiriyoruz. En muktedir olanından en
kuvvetsize kadar herkes, her şeye uzaktan bakıyor. Ne mekanı kavrayıp içine
alacak kadar dirayetli ne de zamanın akışını fark edip onunla yakın mesafeden
hesaplaşacak kadar cesuruz. Doğrusu, üzerimizde, her sabah kanımıza karışıp her
akşam zehrini dışarı akıtmak istediğimiz ancak bunu bir türlü başaramadığımız
için o zehirle yaşamak zorunda kaldığımız görünmeyen, kendisini göstermeyen
fakat bütün hücrelerimize sinmiş bir dayatma var. O dayatmaya aklı başında bir
cevap veremediğimiz için acı çekiyoruz. Ne yaşadığımız şehrin ne birlikte vakit
geçirdiğimiz insanların ne okuduğumuz kitapların ne de hatta aklımızdan
geçirdiğimiz düşüncelerin mutlak sahibi, sevk ve idare edicisiyiz. Teorik
olarak çok sıkı dokunduğu halde üzerimizdeki ataletten dolayı her şeyin, her an
gevşek bir bağlarla birbirine eklemlendiği sanısıyla yaşıyoruz. Bağlantı kurma
yeteneğimizi yitirmiş durumdayız. Bir tek şey için tetikteyiz: Rüyadan düşmeme…
Yaşamanın, gerçek anlamda ona dokunmanın kaygıya dönüşmediği fakat ne pahasına
olursa olsun çevrim dışı kalmanın mutlak reflekse dönüştüğü renksiz bir dünyada
yaşamayı, yaşamanın kendisi addetme gafletinden bir türlü dışarı çıkamıyoruz.
Varoluşu sadece vasatı korumaya ayarlanmış, hayatı vasatlıktan ibaret sanan,
gördüğü manzarayla yetinip dağın ardını merak etmeyen bağlamsız rüya
görücüleriyiz. Oradaki gibi biçimlerin arasında dolaşıyor, orası gibi
içeriklerin dondurulduğu, resmin değil karikatürün egemenliğindeki şeffaf
uzamların mecalsiz birer kuklasıyız. Tetikte oluşumuz bile uykuyu garanti etme,
rüyadan uyanmama alıklığına ayarlı. Aynı tetikte oluş, rüyaya özgü
bulanıklıklar barındırdığından ya hiçbir şey yapmıyoruz veya yaptığımız şeyler
hiçbir şeye benzemiyor.
Bir rüyada değil
de gerçekten yaşıyor olsaydık hayatlarımız bu kertede umduğumuza uzak düşmezdi.
Yaşama, hakkını vermediğimiz ortada. Onu har vurup harman savurarak, saldım
çayıra Mevla’m kayıra mantığıyla çarçur ettiğimiz her halimizden belli. Bir
rüyada değil de gerçekten yaşıyor olsaydık gerçekliğin bu kertede uzağına
düşmez, en olmadık şeyleri bile normal karşılamazdık. Adalete daha çok
sarılırdık, merhameti yüreğimizde daha çok kökleştirirdik, iyiliği daha çok
severdik. Sevmekle kalmaz, bu uğurda çaba sarf ederdik. Daha az konuşur daha
çok düşünürdük. Arkadaşlarımız konusunda daha seçici olurduk belki. Olanlarla
yetinmeye çalışmaz, daha zihni açıkları, daha erdemlileri, daha dişe
dokunurları, düşünceleri bizden uzak olsa bile daha aklı başında olanları
yakınımıza alırdık. İstediğimiz şehirde yaşama özgürlüğümüzü kullanır, mahkum
olduğumuz ve bir şekilde yaşamak zorunda kaldığımızı düşündüğümüz şehirlerde
değil, bize kendinden bir şeyler katan, kendini bizimle daha anlamlı gören
şehirlere yerleşir, hayata oradan bakardık. Sabah akşam söylenip yine aynı
şehrin iğreti kucağında efkar dağıtmazdık. Birinci sınıf kitaplar varken,
ikinci, üçüncü sınıf kitapları talim etmez, okuduğumuz her satırda kendimizi
bulacağımız, bulduğumuz kendimizi daha çok geliştireceğimiz, geliştirdiğimiz
kendimizi daha uyanık kılabileceğimiz yazarların peşinden gider, okumayı uyku
getirmenin aracı olmaktan çıkarır, keşfe dönüştürürdük. Bir hedef belirleyip o
hedefin önüne önce kendimiz engeller koymaz, aynı sonuçları veren araçları
bıkıp usanmadan aynı şekilde kullanmayı sürdürmezdik. Yanlış tarafa bu kadar
hızlı koşu, ancak rüyalarda olur.
Hayatın gözü
değil, rüyanın oyuncaklarıyız evet. Ve gördüğümüz rüyaya hükmümüz geçmiyor.
Zihnimiz bulanık, gözlerimiz bulanık, yüreğimiz bulanık, kulaklarımız sese,
burnumuz kokuya kapalı. Körlemesine bir hayat işte… Sınırlarda gezmek yok,
sınırları zorlamak yok, sınırları genişletmek yok. Kıyıya çekilmeyenler bütünü
nasıl görsünler? Kıyıya çekilmek veya atılmış olmak sürgüne gönderilmek gibi
geliyor çünkü merkezin kokuşmuşluğu burnumuzun mayasını bozmuş. Rüyanın
oyuncağı rüyayı gerçeğe dönüştürebilir mi? Kumdan gövdeler zamanın dalgalarına
direnebilir mi? Dalgalar çizgileri yok ettikten sonra ha kıyıda kalmaya devam
etmişsin ha denizin ortasını boylamışsın, ne fark eder? Sen zaten bakmıyorsan
renkler, şekiller, boyutlar sahiden var mıdır? Dinlemediğin müzik bestelenmiş,
dokunmadığın düşünce örülmüş müdür? Uykunun insanı getirip bıraktığı yer
gerçeğin kendisi olabilir mi? Uyumayı tercih edenler, daha baştan rüyanın içine
girmeyi kabullenmiş değil midir? Gerçekten ziyade rüyanın egemen olduğu iç
dünyalar nasıl gerçek üretebilirler ki? Gerçeğe gözünü kapayanlar neden
uyurgezerlikten şikayet ediyorlar, neden korku rüyası gördüklerini söylüyorlar
ki? Hayır, uykuyu hayata tercih ederek bunu sen yapıyorsun, kendine. Kötü
kitapları okuyan sensin, çevresini vasat arkadaşlarla çevreleyen sen, en kötü
idarecileri en tepeye sen koyuyorsun, en iyileri en uzağa sen gönderiyorsun.
Etrafını çitle örüp sonra onu demir parmaklıklara çeviren, yeryüzünü
hapishaneye çevirip sonra da mahkumiyetine ağlayan sensin.
Rüyayı gerçeğe
evriltmek için ne yaptın? Dünyanın korku imparatorluğundan özgürlük bahçesine
dönüşmesini istiyorsun. Peki bunun üzerine düşündün, bunun için ne yapacağını
tasarladın, bunun için harekete geçtin mi? Başladın mı, küçük bir adım bile
olsa ileriye doğru attın mı? Velev ki her adımda bir uçurum beklesin seni,
ileriye doğru sağlam bir adım atmayı düşünmüyorsan zaten baştan, daha baştan
kaybettin. Hayatını rüyalara adamış insanların gerçeği yaşama şansı yoktur.
Rüyalar gerçeği çağırmaz, rüya görenler onu gerçekleştirmeye çalışır.