Ruhun DNA'sı dildir
Hayatımızda kaç kez: “Anlatacak kelime bulamıyorum!” Demişizdir... Aslında var ama varın
yoğunu yaşarız hep… Ecdadımızı ve gerçek dilimizi dert edinsek, yerli ve milli
mütefekkir, dava insanlarının bize ait kelimelerle ortaya koydukları eserlere
alaka göstersek; bir gecede boşaltılan dilimiz, yeniden şahlanışa geçecektir.
Dil ruhun DNA’sıdır asırların bilgisini taşır. İngiliz ve Avrupalı günümüz gençleri ve de Uzakdoğu bozulmamış
dilleriyle, binlerce yıllık tecrübe ve bilgiyi okuyarak, geçmişe köprüler
kurmuşlardır; gelecekte geçmişlerinin idealine uygun olmuştur…
DNA'daki bilginin proteinlere dönüştüğü gibi; ruhun
DNA’sı olan dil de bilgiyi tefekküre dönüştürür... Bunun için düşünce ve
kelamın genlerini taşıyan soyu sopu belli olan asil kelimelere ecdat diline
sahip çıkmalıyız ve yetersiz kelimelerin altında inleyen dilimizin derdine
kulak vermeliyiz… Marka ve kaliteye ehemmiyet verenlerin, kelimeleri de
merdiven altı ve bir gecede uydurulmuş kelimeler olmamalıdır…
Dil
ve kelam ayrılmaz ikilidir, hatta kelam dilden de önde gelir.
İnsana ceset ve dil takılmadan önce, ruha kelam takılmıştır… Ruh, ta “kalû belâda” kelam etmişti, DNA’sında
kelam var. İlk insan ve ilk mucize de; isimleri öğrenmekti. Kur’an ve imana hizmetkâr olmuş dili zengin
ecdadımız, o kelimelere ve isimlere yeni bir kimliği asırların emeğiyle
kazandırmış ve Osmanlı dönemi ile de Türkçe kıvama gelen bir dil olmuştur. Tutturulan o kıvamda İslam’ın parıltıları
ve tefekkürün de izleri mevcuttur… O zengin ve hikmetli dille, muhteşem
zaferler, hayranlık uyandıran eserler, yürekleri ferahlandıran adalet ortaya
konmuş ve hiç emsali olmayan Hz. Peygamber sevgisi yaşanmıştır. Bir tek misal
verecek olursak: O da gönlümüzü ve ruhumuzu etkileyen Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i
şerif’idir.
Şimdiki
konuşma diliyle, ruh genetik talimatsız; şanlı tarih ve muhteşem kültürümüzden,
İslam medeniyetinden mahrum kalıp, yeterince etkilenmiyor. Ruh etkisiz kalınca
tepkisi de yeterli olmuyor, tefekküre de hiç yanaşmıyor… “Samanyolu” derken,
adeta saman yığınları arasında kalıyorsunuz ama “Kehkeşan” derken, ruh öyle bir
genetik talimat alıyor, coşuyor, tefekkür ediyor ve yıldızlarda ki nizamdan
ilahi kudrete ağız dolusu “Subhan'Allah”
diyor ki... Evet, ağız dolusu “Kehkeşan” kelimesi,
damarlardaki Kehkeşan’ı; hücrelerde ki nizam ve intizamı da hatırlatıyor…
Necip Fazıl’lar, Mehmet Akif’ler, Yahya Kemal’ler vs.
o şuurlu şair – yazar ve mütefekkirlerimiz özellikle de asrımız insanının
sadece imanına değil, diline de sahip çıkan Bediüzzaman, kesilmiş dilimize,
eserlerinde ki bize ait dil ile dikiş atmaya çalışmışlardır. Dikişi değil de, dili keseni anlayamamak
insafsızlık değil de nedir? O DNA’sı sağlam yerli ve milli kalemlere ve
dillere, özelliklede; Risale-i Nurlarda ki dilden dolayı Bediüzzaman’a,
kullandıkları harfler sayısınca, DNA’lar sayısınca, teşekkürler ve Allah
ebediyen razı olsun diyoruz…
Dilimize alafranga ve uyduruk kıyafet geçirildiği için
uzun süredir ruh yeterince beslenemiyor… Ruhun
açlığı da birçok sıkıntılara kapı açıyor… Ecdadımızdan gelen, bize ait bol
proteinli ve can katan zengin mineralli kelimelerimizi gasp ettiler, derdimizi
anlatmayan, ancak şişiren kelimelere bizi hapsettiler… Bir asra yakındır, her
mesele, ayaküstü birkaç ruhsuz kelime ile (Fast Food) tarzında hallediliyor;
hasretler, aşklar, tutkular yetersiz bakiye; yetersiz kelime dağarcığıyla
anlatılınca; etkisi de bir ömür devam etmiyor, çabuk biten evlilikler,
dostluklar gibi… Ecdadın sevgisi – muhabbeti de gerçekmiş, dilden dökülen kelimeleri
de gerçekmiş… Zaten gerçek ve zengin dil, ilgi alakayı ve etkiyi arttırıyor. Yüz yıldır şişiyoruz ama sağlıklı
konuşamıyoruz; DNA’sı bozuk insanlar bizim DNA’mıza uymayan kelimelerle bizi
şişirmişler; anlatamadıklarımız öyle çok ki…
Son söz: Temeli ve genetik şifresi olmayan o
uydurulmuş kelimeleri anlasak da, anlatmaya çalıştığı hakikate yetersiz kaldığı
için, asıl anlamamız gerekenlere zamanla yabancı kalıyoruz... Allah aşkına
söyler misiniz? Ecdadın o muhteşem dili olmasaydı; aşkı, özellikle Allah ve
Resulüne muhabbetti – sevgiyi nasıl anlatacaklardı? Onlar da, ergenlerin,
sabahtan akşama kadar ağızlarından düşürmedikleri çürük sakız haline gelmiş:
“Aşkım!” kelimesini tekrarlayıp duracaklardı… Yeniden konuşabilmek ve
düşünebilmek ve asıl gayeyi anlayabilmek dileğiyle…