Ruha Erişim Sağlanamıyor
Hayat
bir açılış ve kapanış perdesi arasında geçen zamandır. Çalan telefonu açarız.
Alır elimize kumandayı merakın basamaklarından çıkarak televizyonu açarız.
Kapıya gelen kargoları; bin bir emekle bezenmiş dergi ve kitap gönderilerini
heyecanla açarız. Göğüs kafesimizde kaynamaya başlayan sıcak sıkıntıyı
duyduğumuzda camı açarız; midemize açlığın gönderdiği o kısacık sinyalle buzdolabın
kapağını… Allah’ın selamı ulaşınca kulaklarımıza, dudaklarımızı yeni bir selâma
açarız. Kalbimizden taştığında sevgileri, kollarımızı çocuklarımıza açarız. Ellerimizi
açarız emaneti almak için; güneş güldüğünde, gözlerimizi kâinatın ışımasına
açarız. Bütün bu açılışlar salt fizyolojik tepkiler gibi görünse de ruhtan
bağımsız değildir. Ruh gözün, ağzın, kulağın, ellerin ve kolların, ayakların
eylemlerinden bîhaber değildir ve kendini de onların uzağında tutmaz. Fakat o,
varlığının bir yerlerinde daha derin ve nitelikli açılımların hasretini çeker.
Zekânın ve gönlün işbirliğine müracaat eden, bu yolla kâinatın mesajlarını
okuyabilen, sadece tefekküre değil sezgiye de biat eden bir açılıştır ruhun
ihtiyaç duyduğu.
Kâinatın
aynası olan ve “eşrefi mahlûkat” sırrıyla ödüllendirilen insan kâh amacından
şaşarak kâh rotasından saparak dünyayı adımlaya dursun; bir yerlerde unutulan
ruhu, kendisini yüceltecek o kayıp ruhların hasretiyle inler. Aşina bir sözün,
suretin, ânın, hâlin kapılarını açabilecek bir kabiliyet bekler. İster ki
gündelik ihtiyaçlarla, yaşamın standardı olan alışılagelmiş eylemlerle kendini
tanımlamaya çalışan beşer, bu ummanda onu da koruyup koruyacak açılışlara imkân
versin. Değil mi ki beden beslendikleriyle ruhun hafızasını zayıflatıp
kuvvetlendirme gücünü elinde tutabilen emanet bir rüyadır. Ve cisimlerimiz
girdiği meclislerle, görüştüğü kimselerle, muhatap olduğu sözcüklerle ruhun belirleyicisi
durumundadır. Öyle ise ruhu korumak için eylem ve söylem inceliğine ihtiyaç
duyulmalıdır. Peki, eylem ve söylem yeteneğini hakkıyla iade için neye ihtiyaç
duyulmalıdır?
İnsan
irtibatta olduğu kişilerle birlikte, okuduklarına, sıklıkla ziyaret ettiği
mekânlara, çoğalttığı amellere de benzemeye başlıyor bir müddet sonra. İşten
oluş sâdır oluyor. Hatırlarsak, Salih peygambere lütfedilen mucizeyle kayanın
içinden çıkarılan deve, kavmin azgınları tarafından kesilince Semud kavmi helâk
edilmişti. Rivayet olur ki Allah Resulü (sav), ashabı ile Tebük’e gittiğinde Semûd
kavminin kalıntılarının bulunduğu Hıcr mevkiinden geçer. Ashab-ı Kiram halkın
kalıntıları içine dalar, kuyularından su çekip kırbalarını doldurmaya başlar.
Oysa peygamberimiz bölgeyi görür görmez yüzünü kapatır ve devesini hızlandırır.
Akabinde yol arkadaşlarına seslenir: “Kendilerine
zulmedenlerin arkada bıraktıkları kalıntılar arasında gezinirken, onların
başlarına gelenlerin sizin de başınıza gelmemesi için ibret nazarlarıyla ve
hüzünle dolaşın; ayrıca onların ne suyunu kullanın ne de namaz için buradan
abdest alın! Yoğurduğunuz hamurları da develere verin.” Sonra da ashabını alarak
Salih Aleyhisselam’ın devesinin çıktığı kayanın yanına gelir. Onları devenin su
içmiş olduğu kuyunun yanında konaklatır. Nakil yoluyla günümüze taşınan bu
ibretlik tablo bize, insanın olumlu ve olumsuz tesirlere açık olduğunu ne güzel
haykırır. Ruh hassastır. Nitekim ayeti kerimede de “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun! (et-Tevbe,
119)” buyrulur. Bu reçetenin kuvvetini adları bile anıldığında, güzellerin
yaşattıkları hâl ulviliğinden anlamak mümkün. Mevlana’dan bir beyit, Erzurumlu
İbrahim Hakkı’dan bir yorum, Hacı Bektaş’ı Veli’den bir nefha, bir mısra
Şirazlı Sadi’den bize güzellerle güzelliğe erme sırrının güzelliğini hatırlatır.
En çok o zaman anlaşılır; insan hakikat
sırrına matuf ve meftun insanla seviye kazanır.
Hiç dikkat ettik mi? Zamanla eşler, samimi dostlar bile
birbirine benzemeye başlar. Zira onlar sadece paylaşılan atmosfer ortaklığından
değil; muhabbetten, sohbetten, hâlden de hissedar olurlar. Çölleşen dünyada
gönül neye rağbet gösterirse onun kelimeleriyle teselli bulur. Bütün din ve
öğretilerde kalbin meylettiğine ehemmiyet verilir ve ruh itminanı da manevî terakki
ile gerçekleşir. Yükseğe çıkabilmek yükü azaltmayı gerektirir. Bu ise eleme/ayıklama
durumunu zaruri kılmaktadır. Büyük iddialara, gürültüsü bol izahlara gerek yok
azaltmak için; “söyleme, yap”. Çünkü
sözün takati, hâlden cılızdır.
Yazık ki bugün hızla yaygınlık kazanan kötülük ve o
kötülüğün emri altına giren kitleler kanalıyla fert yıkıcı pek çok enerjiye
maruz kalıyor. Ruha erişim sağlanamıyor. Hızla dönüşen dünyada tahakküme inat,
pek az insan bir diğerinin tahammül, tedavi, terakki, teslimiyet merkezi
olabiliyor. Asırlardır kâinatın şifa membaı olan Efendimiz “mümin
bir delikten iki defa ısırılmaz” buyuruyor. Bugün müminin en büyük
problemlerinden biri aynı yerden kanatılıyor olabilmesi. Yanlış birlikteliklerin, nitelikli beraberlikler önünde engel teşkil
ettiğini belleğinden silmesi.
İnsanın
özü müspet ve menfi enerjilerle şekillenen bir marifet alanıdır. Hassastır. Sesine,
sezgisine kulak verildiğinde hissedilebilirdir. “Arınmış insan sanat
harikasıdır” der Hak dostlarından bir güzel. Zorda olsa kalabalıklar içinde
korunmuş ruhları bulmak imkânsız değil.
Selam
ile.