Ruh ve bedendeki zehri atmak
Temelde insanın iki tercihi var. Biri maneviyat, diğeri maddiyat…
Yaratılış gayemize uygun olarak bu dünyadaki rolümüzü eksiksiz yerine getirmek birinci seçenek. Asıl önemlisi de budur. İnsanın hem beden hem de ruh temizliği…
İkinci seçenek ise, dünyaya ait olan her şeyin ölçüsüzce kalpte yer bulması, baş tacı edilmesidir. Para, mal mülk, makam mevki dünyaya ait olan her şeyde tamahkârlık bedene ve ruha yük oluyor.
Maneviyat ya da maddiyatla… Nasıl irtibatlandığımız ve hangi araçlar yoluyla temas kurduğumuz önem kazanıyor tabi. Tercihimiz hangisine önem verdiğimizin göstergesi oluyor. Zihnen, kalbi ve gönülden temas kurduğumuz tercihlerimiz bizim bütün enerjimizi, çabamızı, mesaimizi onu o amaç için kullandığımızın göstergesi oluyor.
Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide öyle insanlar gördüm ki tercihlerini “Hiç ölmeyecekmiş gibi” kullanıp sorumsuz ve ölçüsüz bir hayatı yaşıyorlar. Uzun süre aç kalan bir insanın yemeğe saldırması gibi dünyaya saldırmakta ne! Dünya onlara kalacakmış gibi boş bir uğraşın içindeler. Neticede dünya hiç kimseye kalmıyor, hiç kimse de dünyada ebedi kalıcı olmuyor.
Gelin şu soruyu soralım. Peki, neden yediğimizden içtiğimizden yani ihtiyacımızdan fazlasını biriktiriyoruz? Hatta hiç ölmeyecekmiş gibi davranıp abartıyoruz da...
Motto bir cevap verelim. Göz doymayınca karın doymuyor.
Bu nedenle, Dünyayı kalbimize yakın tutmanın ötesinde baş tacı edip yerleştiriyoruz. Bu tip insan kendinden başkasını düşünmüyor, görmüyor. İçine daldıkça dünyanın, insanlık hislerini kaybediyor. Daha kötüsü ruhunu da...
Hiçbir değer önemsemez oluyor sınır aşıldıktan sonra. Gün geliyor ruhun ve bedenin sağlığı için nelere başvurulmuyor ki... Diyet, aç kalmalar, bitkisel kürler bedenin temizliğine yetmiyor.
Ruhsal kirlenmeye ve bunalıma karşı ise, “Ruha detoks” uygulanıyor. Ne Meditasyon, ne yoga ne de ruhsal detoks… Hiçbir şey arınmak için çare olmuyor. Kısa bir süreliğine görüntüde düzelme oluyor. Dertler, acılar, üzüntüler, hüzünler bir süreliğine bastırılmış oluyor o kadar…
Gerçekte yaratılış gayemizi, kim olduğumuzu kavramadan ve kulluğumuzun gereğini yerine getirmeden temizlik olmuyor. Dünya şehvetleriyle ağzına kadar dolu bulunan ruh ve kalbe hiç bir temizlik fayda vermiyor. Tıpkı tıka basa dolan ve zehirlenen midenin boşaltılmadan önce alınan ilacın fayda vermediği gibi. Aksine hastalığın üzerine hastalık katması gibi bir durum bu… Ruhta ve kalpteki kir pas ancak gereği gibi kılınan namaz zikir ve takva ile temizlenir. Yani kalbin ve ruhun ilacı Allah korkusudur.
Sırası gelmişken içimize dönük bir öz eleştiri yapalım. Kıldığımız namazlar, ibadet ve zikirler kendi hayatlarımızda ve toplumda bir düzelme ve bir iyileştirme meydana getirmiyorsa bizim de ruhen ve zihnen temizlenmeye, itikaden arınmaya ihtiyacımız var demektir.
Kazandıkça kazanma hırsı, açgözlülük hatta zulme varan uygulamalar bizi inancımızın uzağına düşürüyor. Bu halin dünyayı ne hale getirdiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Bu tamahkârlık duygusu insanı kör, sağır ve dilsiz yapıyor. Gözler dünyadan başkasını görmüyor. Hep bir kibirlenme, hep bir büyüklenme tavrıyla maneviyata sırt dönme durumunda insanlığımız ve inancımız öne çıkamıyor. Bir körleşmedir gidiyor. Bir gün, “Dünya (Kısa süren) bir tutunma ve menfaat yeridir/yeriydi.” Gerçeğiyle yüzleşeceğiz.
Velhasıl dünyanın kalbe ve ruha yakın olması kişiye dostluğundan değildir. Kişinin yanlış şeyleri tıka basa kalbine alması kirletiyor onu. Yanlış araçlarla beden, kalp ve ruh temizliği ne de doğruya gidiş olmuyor.