Ruh Tarlamızdaki Obruklar Nasıl Kapanır?
Her çağ, insanlığı etkileyen nitelikteki olaylarla anılır. Görülüyor ki yaşıyor olduğumuz çağ, -henüz adlandırılmamış olsa da- sayılamayacak kadar çok fazla şeyi yitirmemize sebep olan yanıyla ve ruh tarlamıza açtığı sayısız obruklarla anılacak. Bu varsayım, her ne kadar üzerimizdeki ataleti atmanın başlangıcına vesile olmasa da ve mevcut durumu kabullenmek gibi bir olumsuzluğu beraberinde getirse de insanlık için aslında oldukça yıkıcı. Ve biz, yıkıcı olanın zayıf olanı yerle bir etmedeki istidadına, tarihi tecrübelerle şahitlik etmiş bir milletiz.
Tecrübemiz, yıkıcı olan
karşında dirayetli olabilmenin, ‘kim olduğunu ve nerden geldiğini bilme’ bilincinin
sağlamlığı ile orantılı olduğunu bize öğretmiştir. Görüyoruz ki çağın yıkıcı
araçları karşısında dayanma gücümüz yok denecek kadar az. Çünkü kanaatkâr bir
şekilde kendi toprağından beslenmenin, albenili birkaç yapraktan veya meyveden daha
büyük bir şey ifade ettiğini idrak edemiyoruz.
Dolayısıyla şikâyet
ettiğimiz konuları çözümsüz bırakan, bizi sarsan ve hatta peşinden koşturan bu
albenili yaprak ve meyveler. Peki, bu suni yaprak ve meyvelerin ambalajları
açıldığında ve Modernite’ye ait ‘ürünler’ toplumca alaşağı edildiğinde ortaya çıkacak
yeni durumu/boşluğu kim, nasıl değerlendirecek? Acaba yeni durumda geleneksel
olana ‘köklere’ geri dönüş yapan vefalılar mı olacağız; yoksa Modernite’nin yeni
yapraklarının ve albenili meyvelerinin cazibesi peşinde koşmaya devam eden vefasızlar
mı olacağız?
Vefa da iyimserlik de her
zaman iyidir. Yiyecekte nasıl ki endüstriyel ürünlerden organik olana bir
dönüşüm başladıysa ve buna ciddi talep ve teveccüh varsa; bu çağda fiili olarak
yaşayıp ruhsal olarak bu çağı yaşamak istemeyenler de ‘organik’ ve örnek medeniyetlerine
teveccüh gösterebilir. Fakat iyimserliğimizin yerini kısa bir süre kötümserliğe
bıraktığımızda günümüzü kontrol edenlerin organik olana dönüşü engelleyici birçok
plan da yapmış olduğunu görürüz. Yanlış anlaşılmak kimsenin istediği bir durum olmadığına
göre yukarıda yazılanların bir hayranlık içermediğini, aksine bir an önce
köklere dönülmesi için zorunlu bir başlangıcın işaret fişeği hatta yumurtanın
kapıya dayandığının tıkırtısı olduğunu belirtmekte fayda var.
Daha fazla uzatmadan
yalnızca bir örnekle bahsettiklerimizi ete kemiğe büründürelim ve çağımızın
revaçta yaşam biçimlerinden biri olan ‘minimalist yaşam’ı ele alalım. İsmi
yabancı gibi gelse de bu yaşam biçimi aslında ihtiyaç fazlası ne varsa hayattan
çıkarmayı; duygulara, düşüncelere, sevdiklerinize daha fazla yer açmayı amaç
ediniyor. Daha ilginç olan minimalist
yaşam’ın öncelikleri; sadelik, zamanı israf etmemek ve üç öğüt: Az yemek, az
konuşmak, az tüketmek.
Ortalama dini bilgiye sahip
olanlar yukarıdakilerin İslam’ın da açıkça öğütlediği şeyler olduğunu hemen anlayacaktır.
İhtiyaç fazlası ne varsa hayattan çıkarmak, ‘bir lokma bir hırka’ dediğimiz kanaatkâr
düşünceden başka bir şey değildir. Sadeliği ve az eşyaya sahip olmayı, Efendimiz
(sav) vefat ettiğinde ardında bıraktığı 3-5 eşya üzerinden bir düşünün… Yine
minimalist yaşamın bir diğer şartı olan ‘az yemek, az uyumak ve az konuşmak’ tasavvufun
ve Hak yolunda yürümenin üç temel şartlarından biri değil midir? Öyleyse İslam’dan
arındırılmış, dünyevileştirilmiş, farklı anlamlar yüklenmiş bu ‘ayartma formları’
sürekli olarak nereden türetiliyor?
Yazımızın giriş kısmında soyut olarak, yukarıdaki örnekte ise
somut olarak anlatılmak istenen işte bu sorunun cevabıdır. Yarın bir gün
insanlar mevcut küresel düzenin, önümüze konulan görüntülerin ve ‘yaşam
biçimleri’nin insanı amacından saptıran koca bir kandırmacadan ibaret olduğunu elbette
anlayacaktır. Bu idrak, insanlığın ruh tarlasında ortaya çıkan obrukların suni
formlarla sürekli olarak neden genişletilmek istendiğinin anlaşılmasına da imkân
sağlayacaktır.
Hülasa bize düşen, ruhumuzdaki obrukları bir daha açılmamak
üzere kapatmaktır ve bu ancak ve ancak İslam medeniyetinin ruhu besleyen ve
insanı kendine getiren köklerinin anlaşılmasıyla mümkündür.